Terörle Mücadele Kanunu ve İnsan Hakları
Dokuzeylül Üniversitesi-Akdeniz
Üniversitesi
CEZA HUKUKU GÜNLERİ – II – (27 – 29 NİSAN 2007) ANTALYA
Av. Münip ERMİŞ
GİRİŞ
Hrant Dink
hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulunun verdiği
karar, kamuoyuna daha çok ifade özgürlüğü açısından yansıdı. Halbuki
bu kararda Yargıtay’ın eleştiri hakkının sınırlarını tarif ederken
, kullandığı belki bunun kadar önemli olan bir cümle
, çoğu kimsenin dikkatinden
kaçtı.[1]
Genel Kurul burada ” Bir eylemin hukuk düzeni tarafından
cezalandırılması ancak onu hukuka uygun kılan bir nedenin bulunmamasına
bağlıdır.”diyordu. Daha
anlaşılır bir ifadeyle söyleyecek olursak “Ceza hukukunun hışmından kurtulmak
istiyorsan, her hareketinde hukuka uygun kılan bir neden olmalıdır.”
Deniyordu.
“ Hukuka
uygun eylem, hukuka uygun kılan bir nedenin bulunduğu eylemdir” deniyorsa, suçların ve cezaların yasallığı
ilkesine , (Modern Ceza Hukukunun bu kavrama yüklediği anlam dışında ) YCGK yeni bir tanım getirmiştir diyebiliriz.
Türkiye’de pozitif hukukun en önemli kaynaklarından birinin Yargı kararları
olması nedeniyle bu “cümle” önemsenmelidir.
Hele bu Yargıtay Ceza Genel Kurulu gibi en üst derecedeki bir yargı organının kararı ise kastedilen yorum daha da önemsenmelidir. Çünkü, Ceza Genel Kurulu, ceza yargılamasında “son sözü “ söyler ve söyledikleri herkesi
bağlar.
Bu ifadeden iki yorum
çıkarılabilir. Birincisi, toplumsal
yaşam içerisindeki her ilişkide ve her harekette “hukuka uygun kılan bir neden” arayacaksak, kastımız sadece “masum bir hukuka saygı” ile
sınırlıdır.. İkincisi buradaki tespitimiz, nasıl bir toplumsal düzen arzuladığımızı ifade etmektedir.
Kararın bütününe
bakıldığında, bu cümle ikinci
yoruma yakın gibi durmaktadır.
Bu durumda da ceza hukukundan önce , hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü kavramının
ne olduğunun tanımlanması gerekir. Her şeyden önce bu kavramların, herkesin
kendine göre sağını solunu yontabileceği veya yeni anlam yükleyebileceği sözcük dizeleri olmadığını bilmek gerekir..
Hukukun üstünlüğü, klasik
anlamda yönetim organları başta olmak üzere, toplumsal yaşamda hukukun mutlak egemenliğini anlatır, fakat kavram asıl olarak ; katılımcılık , çoğulculuk temel hak ve hürriyetlere saygı gibi çağdaş
demokrasilerin evrensel olan,
belirleyici niteliklerini tarif etmek için kullanılır. Burada , İfade edilmek istenen şey mevcut hukuk düzeninin ve devlet sisteminin kutsanması değildir. Çünkü demokratik bir düzende “özgürlüğün esas” olduğu kabul edilir. Bireyden bir hareketi yaparken “
hukuka uygun kılan bir neden olup olmadığını”
bilmesi değil, sadece , yasada suç olarak tarif edilen eylemleri yapmamakla
yükümlü olduğunu hissetmesi talep
edilir. . Bu anlamda Ceza hukuku da
bireylerin “nasıl davranması
gerektiği” ile değil, “nasıl davranmaması gerektiği” ile ilgilenir. Hangi davranışların suç teşkil edeceği ve ,
karşılığında uygulanacak yaptırımın yazılı hale dönüştürülmesi de . suç ve
cezaların yasallığı olarak tanımlanır.
Bu kadar basit
bir tanımın; her türlü anlam
yüklenebilecek, karmaşık bir şekle sokulmasının ,ülkemizdeki politik davalarda, evrensel
ilkelere uygun hukuki gerekçe
bulma zorluğundan kaynaklandığı da söylenebilir. Ancak “yasanın dili” bu kadar eğilip bükülmeye müsaitse, yönetilenler hukuka nasıl saygı gösterecektir. Bunun
yanıtı yoktur. Fakat şunu da iyi biliyoruz. Bu topraklarda ” Hukuk değil, asıl
olan onu algılama biçimimiz “ önemli
olduğu için yasalarda genelde ne yazıldığı ile pek ilgilenmeyiz. Hukukun aslında bir moral değerler bütünü olduğu,
yasayı yaparken de yorumlarken de bir
ahlaki kaygı olması gerektiğini de
önemsemeyiz.
Burada artık Ceza Hukukunu
tartışmaya başlayabiliriz..
İlkel
toplumdan günümüze kadar , egemenlik ve
cezalandırma hakkı her zaman birbiri ile
yakın ilişki içerisinde olmuştur. Bir başka anlatımla, egemenlik yani “ yönetim gücü ve erki “ kime
ait ise “ cezalandırma hakkına ” diğer bir anlatımla “hukuk kuralının ihlal
edene karşı yaptırım uygulama gücüne de ” o “ sahip olmuştur. İlkel ceza
hukukundan , modern hukuk sistemine dayanan köprü budur. Egemenliğin tek bir noktada toplandığı merkeziyetçi devlette ;
bireylerin veya toplum içerisindeki
çeşitli grupların (siyasi,etnik,
dinsel vs.) cezalandırma hakkından
artık bahsedilmemekte, hukuk kurallarını
ihlal ederek , toplumsal düzeni bozduğu varsayılan tüm eylemler tek bir
merkezden karşılık bulurken, suçlunun
karşısında ” toplum adına toplumun örgütlenmiş gücü olarak kabul edilen “
devlet” dolayısıyla “egemen “ topluma
temsilen asıl mağdur olarak yerini almaktadır.
Modern Ceza hukuku tarihi, toplumsal gelişim süreci içerisinde
devletin örgütleniş biçimine göre ,temel olarak iki farklı eğilimi
bünyesinde taşır. Bunlardan ilki baskıcı otoriter eğilim, ikincisi ise liberal özgürlükçü eğilimdir. Otoriter ceza hukuku anlayışında tek
hedef “sosyal savunmadır” ve insan hak
ve özgürlükleri ile karşılaştırıldığında sosyal savunma her zaman üstün
tutulur. Ceza sosyal yaşamın her
aşamasına müdahale edebilir ve devlet
ekonomi siyasetini sürdürebilmek için ceza hukukunun kuvvetli müeyyidelerinden
ve bunların etkilerinden yararlanır. Cezalar ağır ve şiddetlidir.[2]
Baskıcı-otoriter ceza
hukuku anlayışında, özellikle siyasi suçlara karşı tepki bu nedenle her zaman daha sert olmuştur.
Aslında ceza hukukunda otoriter
eğilimin kökü, devletin ilk ortaya çıkışına kadar uzanır. Gerçekten devlet ,tekel olarak cezalandırma
hakkını hemen bir anda ve tümü ile ele geçirmiş değildir; bu hak yavaş yavaş ve
dereceli olarak ortaya çıkmıştır.
Denilebilir ki, devletin başlangıçta doğrudan doğruya cezalandırmakta
olduğu fiiller ,onun gördüğü fonksiyona ilişkin olmuştur. Gerçekten ilkel dönemde, devlet fonksiyonları
günümüzdeki kadar karmaşık ve çeşitli değildir. Asıl görevi dışa karşı
toplumu korumaktır ve devlet
ailelerin dışa karşı organizasyonundan ibarettir. Bu sebep dolayısıyladır ki
,toplumun savunması ile ilgili zarar verici hareketler ,devlet tarafından
cezalandırılan ilk suçlar olmuştur[3].
Tarihsel süreçte, siyasal suçlar adli suçlardan daha ağır ve
tehlikeli sayılmıştır. Ortaçağlarda kral yada monarşik yönetimlerin başında
bulunan kişiler , devlet ile özdeş kabul ediliyordu. Krala karşı işlenen suçlar
devlete karşı işlenmiş sayılıyordu. Bu suçları işleyenler Crimen
Masistratis adı altında özel mahkemelerde yargılanıyordu. Bu tür suçları
işleyenlere verilen cezalar, suçluların çocuklarını torunlarını da etkiliyor,
onlar hakkında da uygulanıyordu. Ancak 1789 Fransız devriminden sonra ve
özellikle 1830’larda siyasal suçlar ve bu suçları işleyenler hakkındaki düşünce
ve değer yargılarında önemli değişmeler oldu. Siyasal suçlar, adli suçlardan
ayrıldı, daha hafif cezalar getirildi. İnfaz biçimleri hafifletildi. Siyasal
suçlar için uygulanmaya başlanan bu ilkeler, kral ve hükümdar ile devleti özdeş
gören görüşe son verdi. Siyasal rejim ile ulus arasındaki ayrımı açıklığa
kavuşturan Fransız devriminin bu gelişmelerde önemli etkisi oldu. İşte önceleri
siyasal suçlulara “toplum düşmanı” gözüyle bakan görüş, 18. yy.dan başlayarak
değişmiş ve terkedilmiştir. Artık siyasal suçlu, bir toplum düşmanı değildir. O,
görüşlerinde yanılabilir. Ama onu bu eylemlere iten etkenler göz önüne alındığı
zaman siyasal suçlunun toplumsal gelişmede bir ilerleme öğesi olduğu ülkenin
siyasal kurumlarının düzeltilmesine, gelişmesine, toplumun daha iyi
yönetilmesine insanlığın barış ve uygarlık doğrultusunda ilerlemesine hizmet
ettiği görüldü. Bu nedenledir ki ünlü sosyolog E. Durkheim, “siyasi suç, sosyal
gelişme için yarardır” demiştir. [4]
Gerçekten siyasi suç kavramı toplumların gelişim ve değişim
dönemlerinde yoğun olarak karşılaşılan bir olgudur. Tabi ki, devletin yapısı,
demokrasinin bulunduğu seviye ve ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi iklimle de
yakından ilgilidir.
Güvenlik endişelerinin demokratik yaşamı baskı altında tuttuğu, ayrımcılığın şüpheciliğin ,ötekileştirmenin
toplumun genel algılamasında önemli bir yer işgal ettiği, devletin her an
yıkılabileceği korkusunun ve gelecek endişesinin tüm topluma yayıldığı,
özgürlüklerden ürken, temel hakların kötüye kullanılacağını varsayan bir siyasi
ortamın siyasi suç ve suçlu yaratmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu ortamda
muhalife her türlü muamele reva görülebilir. Buda toplumun büyük bir çoğunluğu
tarafından “mutlaka bir sebebi vardır” diye geçiştirilir.
Asıl kötü olanda ,korkulardan beslenen bu siyasi iklimin toplumsal
körlük yaratarak,akıl,vicdan,dayanışma, adalet duygusu gibi topluma var eden
değerleri eritmesidir.
KAVRAMSAL
OLARAK SİYASİ SUÇ;
Ceza hukuku
terminolojisinde, siyasi suç kavramının belirgin bir tanımı olmamakla beraber,
bu türden suçların kendisine özgü yapısı ve nedenlerinin olduğu kabul
edilmektedir. 765 sayılı TCK’nın kaynağı olan
1930 tarihli İtalyan Ceza
yasasının 8. maddesinin son fıkrasında da
siyasi suç, “Ceza kanununun
uygulamasında, devletin siyasi bir çıkarını veya vatandaşın siyasi bir hakkını ihlal eden
suç siyasi bir suçtur. Tamamen veya kısman siyasi saiklerle işlenmiş adi suçta
siyasi sayılır” hükmü ile
tanımlanmaktadır. Yine bir kısım ülkeler
, yasalarında siyasi suçu tanımlamaktadır, ancak çoğu da somut olaya göre bu
işi yargı organlarına bırakmıştır.
Türkiye ikinci gruba girmektedir.
765 sayılı yasada olduğu gibi
5237 sayılı yasada da “siyasi suç”
tanım olarak “suçluların iadesi “
bölümünde geçmekte,. 18.maddede geri
verme talebine konu suçun “düşünce suçu,
siyasi suç veya askeri suç “olması halinde geri verme talebinin kabul
edilemeyeceği yer almaktadır. Türk hukukunda bir suçun siyasi bir suç olup
olmadığının değerlendirmesinin bir
anlamda yargı organına ait olacağını söylemek doğru olacaktır. Ancak
Türkiye sınırları işlenen bir
suçun hangi koşullar altında siyasi bir suç olarak değerlendirilebileceğinin
yanıtıysa normatif anlamda Türk hukuk mevzuatında yoktur. Belki de ,Türk Hukukuna göre ülke sınırları
içerisinde siyasi bir suç işlenebileceği
bu güne kadar ” akla gelmemiştir.”[5]
765 sayılı TCK’ nın kaynağı olan 1930 tarihli İtalyan Ceza
yasasının 8. maddesinde siyasi suç, “Ceza kanununu uygulamasında, devletin
siyasi bir çıkarını veya
vatandaşın siyasi bir hakkını ihlal eden suç siyasi bir suçtur. Tamamen veya
kısman siyasi saiklerle işlenmiş adi suçta siyasi sayılır” olarak tanımlanmıştır.
Yargıtay, 15 Ekim 1970 günü Batum,Suhumi
seferini yapan uçağı, Trabzon hava alanına
İndirmek için uçak personelini ve yolcuları
tehdit eden ve bu maksatla yaptığı saldırıda bir
hostes öldürüp bir kisim personeli yaralayan
uçak korsanları P.5. Branzinskas ve A.P. Branzinskas'in iadesi davasında bu
düşünceyi benimsemiş, ". Subjektif doktrine göre siyasi suçun, eylem
safhasina geçmesi şart değilse de böyle bir suçun hiç olmazsa kastedilmesi,
tasarlanmış bulunması icap eder .Ortada kanuni ve hukuki anlamda tasarlanmış bir
siyasi suç mevcut olmadığından bu bakımdan da islenen suçlar siyasi suça
murtabit (bağlantılı) suç niteliğinde görülemez. Gerçekten, genel mantık kuralı
açısından bakıldığında siyasi veya ona murtabit cürümün varlığının kabulü, biri
tasarı halinde olsa dahi iki cürümün mevcudiyetini gerektirir. Tüm kararda ve
kararın bu bölümünde açıklandığı üzere şüphesiz mücerret rejimden kaçmayı,
siyasi suç veya siyasi suçun tasarlanması biçiminde bir suç diye niteleyemeyiz"
demiştir. Somut olay açısından da" SSCB içerisinde her hangi bir siyasi faaliyetleri
olmayan sadece adi suçlardan dolayı soruşturmalar olduğu tespit edilen sanıkların
sadece yaptıkları eyleme bakarak siyasi suçlu
olarak görülemeyeceği gibi" mevcut rejimi
beğenmediği, rejimin özelliklerini kendisi
için tazyik olarak kabul ettiği, diger bir deyimle mücerret rejimden kaçmak
için islenen bu gibi ağır suçları, siyasi suça murtabit (baglantili)
suçlar olarak nitelemek, hukuki ve kanuni
anlamda siyasi suç telakkisine aykırıdır" tespitini yapmıştır.
Ancak öğretide siyasi suçlar
, sırf siyasi suçlar ve Siyasi amaçlarla
işlenen suçlar. olarak iki
başlık halinde incelenmektedir. İtalyan
Hukukçu Majno “siyasi suçlar hakkında çok yazılar yazılmış
ve tartışmalar olmuştur. Acollas tarafından çok güzel bir biçimde özetlenen ve
tarafımızdan da benimsenen düşünceye göre suçun siyasi ve siyasi olmayan
niteliği, taaruzun mahiyetine bakarak değil, suçlunun niyetine veya onu eyleme
iten nedenlere göre hükmolunur. .. Fiil maddi yönden adli suç iken siyasi bir
gayeden ilham alması, hiç olmazsa uluslararası açıdan niteliğinin derhal
değişmesine yeterlidir” demektedir.
Yine 13 Aralık 1957
tarihinde Paris’te kabul edilen 18.11.1959 tarihli 7376 sayılı kanunla
onaylanan SUÇLULARIN İADESİNE DAİR
AVRUPA SÖZLEŞMESİNİN 3. maddesi 1.fıkrasında
“İade istemine sebep olan suç kendisinden iade talep edilen
tarafa siyasi bir suç veya böyle bir suç ile bağlantılı fiil olarak kabul telakki edildiği taktirde suçlu
iade edilmeyecektir” denmekte, ancak siyasi suçun tanımı
verilmemektedir.
Burada önemli olan sadece
siyasi suç olarak kabul edilen eylemlerin değil, siyasi amaçlarla işlenmiş adi
suçlardan dolayı da sözleşme taraflarının iade istemine olumsuz yanıt
verebileceğinin kabul edilmesidir.
Bu anlamda Ulusüstü
hukukta, bir suçlunun siyasi bir suçlu
olup olmadığı veya işlediği fiilin siyasi bir amaçlarla işlenip
işlenmediğinin taktir ve değerlendirmesi iade talebine muhatap olan devletin iç
hukukuna terk edilmiştir.. Bunun dışında
uluslar arası bir denetim mekanizması bulunmamaktadır.
Öğretide ve uygulamada 765
sayılı yasanın , ikinci kitabında yazılı “devletin şahsiyetine karşı cürümler”,
“devletin arsıulusal şahsiyetine karşı cürümler”, “ecnebi devletlerle bunların
reis ve elçileri aleyhinde cürümler”, “hürriyet aleyhinde işlenen suçlar”,
“siyasi hürriyet aleyhinde cürümler” (m.125-174) doktrinde ve yargı
kararlarında doğrudan siyasi suç olarak kabul edilmişti. 765 sayılı yasanın karşılaştırıldığında
ise 5237 sayılı YTCK’ nın üçüncü
bölümündeki devletin egemenlik
alametlerine ve organların saygınlığına karşı suçlar, 4. bölümde Devletin
Güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu Düzenin işleyişine karşı
suçlar, 6. bölümde Milli Savunmaya karşı suçlar ile Devlet sırlarına karşı
suçlar bölümünde tanımlanan fiilleri
doğrudan siyasi suç olarak görmek doğru olacaktır.
5237 sayılı yasanın bu
bölümünde yer alan suç türlerinin hemen hemen tümü 765 sayılı yasadan aynen
alınmıştır. Daha doğrusu “Dönmezer”
tasarısı olarak bilinen Hükümet tasarısında yer alan bu bölüm, üzerinde çok
fazla ciddi bir değişiklik yapılmadan hatta gerekçelerine dahi dokunulmadan
komisyonlardan geçerek, yasallaşmıştır.
İlginç olan şudur ; bu bölümde yer suç türlerinde komisyonlarda ciddi
olarak tartışma yaşanmadığı gibi,
metinler komisyonlardan çıktıktan sonrada , hukukçu örgütlerinden ve Fakültelerden
de her hangi bir teklif, öneri ve eleştiride gelmemiştir. Ancak tasarı yasallaştıktan çok sonra, ifade
özgürlüğünü kısıtlayan , özellikle de basına yönelik olarak
getirilen suç türlerinin farkına varılabilmiştir.
301 ile ilgili son
tartışmalar da göstermiştir ki , demokratik ve özgürlükçü bir ceza hukuku
anlayışının yerleşmesi için katledilmesi gereken daha uzun bir yol bulunmaktadır. Türkiye’nin sanki ifade özgürlüğü sorunu
yokmuş gibi, 765 sayılı yasanın en
sorunlu hükümleri aynen yeni yasaya alınmış, gazeteciler ve yazarlar hakkından
dava açıldığında ise “biz özgürlükçü bir ceza kanunu hazırladık,
bu davalarda nereden çıktı “ denmiştir.
Aslında davaların özel bir
yerden geldiği de yoktur. Daha önce
nereden gelmişse aynı yerden , yani TCK’ dan ve bu güne kadar ki geleneksel
uygulamasından gelmektedir.
Üstelik sorun sadece TCK’ da
değildir. Onun kadar önemli sorun 3713
sayılı yasa ve onun bu güne kadarki uygulaması ile temmuz/2006’da bu yasada
yapılan değişikliklerdir.
Tebliğimizin konusu da
budur.
12 eylül
yargılamaları ile ilgili bu güne
kadar çok şey söylenmiştir. Ne yazık ki
, 3713
s. Yasanın yürürlüğe girmesinden üzerinden neredeyse 16 yıl geçmesine
rağmen, bu yasa ve DGM ‘ler üzerinde yeteri kadar söz edilmemiştir. .
Öncelikle hukuki
tahlile; TMK’ nın bir hukuki ihtiyaçtan değil , Adalet
Bakanının da ifade ettiği gibi , siyasi ortam bunu “ gerektirdiği”
için çıkarıldığını söyleyerek başlamak doğru olacaktır. Yinede siyasi irade , “ Biz yasaları elimizden
geldiği kadar demokratikleştirdik, ne yapalım yargı uygulamıyor” demeye
devam etmektedir. Fakat başta, ifade özgürlüğü olmak üzere, tüm temel
haklar açısından , hukukun karanlık bir döneme girdiği de çok iyi
bilinmelidir. Bu arada , yasaya
destek veren ana muhalefeti unutmak daha büyük ” haksızlık”
olacaktır. Çünkü , yasanın bir an önce ve
daha sert bir şekilde çıkması için iktidarı asıl ana muhalefet zorlamıştır.[6]
Bu yasaya karşı cılızda
olsa meclis içerisinden hiçbir ses gelmemesi, tabi ki hukuk adına acı
vericidir; ancak daha da acı verici olan, geçmişte Anayasa Mahkemesi
tarafından iptal edilen hükümler yeniden 3713 sayılı yasaya
sokulurken, iptal kararlarının altında imzası olan Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer’in yasayı onaylamasıdır.
Zaten ifade
özgürlüğü açısından, Yeni TCK’ nın son bir yıllık uygulaması hiçbir
sürpriz getirmemiştir. Yani şimdiye kadar olduğu gibi , gazeteciler
ve yazarlar hakkında davalar açılmış, mahkumiyet kararları çıkmış ve bu
kararlar Yargıtay’da onaylanmıştır.
Hiçbir hukuki iyileşme
getirilmeden, eski TCK’ dan aynen kopyalanıp Yeni TCK’ ya alınan
düzenlemelerin yargı kararlarına nasıl yansıyacağı da tabi ki baştan
belliydi. Ve “Demokratikleşiyoruz “ aldatmacasının geldiği son
durak , yeni TMK oldu. 1991 yılında çıkartılan
3713 sayılı yasa, TCK 141 ve 142 ‘yi aratmıştı. Ümit ediyoruz ki
, bu yasada yapılan temmuz değişiklikleri 3713 sayılı yasanın
ilk halini aratmasın.
ULUSLAR ARASI BELGELERDE “TERÖR” SUÇU;
"Korkutmak",
"yıldırmak" gibi anlamlara gelen "terörizm" terimini ilk kullanan kişinin, eski Yunan düşünürü ve tarihçi Xenophon olduğu bilinir. . Xenophon, "terörün" savaş zamanında
düşman nüfusa karşı psikolojik etki yaratmak amacıyla kullanıldığını
söylemiştir. Kavram uluslararası bir sözleşmeye konu olması açısından ilk
defa 1937 tarihli 'Terörizmin
Cezalandırılması ve Önlenmesi için Uluslararası Sözleşmede “ geçmektedir ancak,
Milletler Cemiyeti'nin ortadan kalkması
ile birlikte, bu sözleşmede geçersiz
hale gelmiştir.
1970
‘li yıllarda o dönemde artan uçak kaçırma eylemleri ve çeşitli örgütlerin
yaygınlaşan silahlı eylemleri ile birlikte, "terörizmin" tanımına
ilişkin BM çerçevesinde çeşitli
girişimler olmuş, ancak uluslararası toplum
bir "terörizm" tanımı konusunda ortaklaşmış da değildir.
Uluslararası literatüre baktığımızda bu kavramın, yalnızca silahlı muhalif
grupların yaptığı silahlı eylemler için değil,
devletlerin politik muhalefeti
bastırmak amacıyla korku ve dehşet yaratan hukuk dışı operasyonlarını tanımlamak için de kullanıldığını görüyoruz.
Uluslar arası sözleşmelerde
ise bu güne kadar, eylemin amacına göre
değil, niteliğine göre “terör
eylemi ” olup olmadığı vasıflandırılmıştır.. Buna en iyi örnekte 27 Ocak 1977 tarihinde Strazburg’ta
imzalanan ve Türkiye’nin 28.10.1980
tarihinde onay kanunu ile kabul ettiği Terörün Önlenmesi Avrupa
sözleşmesidir. Bu sözleşmenin
1.maddesinde sayılan ;
a) 16 Aralık 1970 tarihinde La Haye ’de imzalanan uçakların
kanun dışı yollarla ele geçirilmesinin önlenmesine ilişkin Sözleşmenin
kapsamına giren suçlar;
b) 23
Eylül 1971 tarihinde Montreal’de imzalanan sivil havacılığın güvenliğine karşı
kanun dışı eylemlerin önlenmesine ilişkin Sözleşmenin kapsamına giren suçlar;
c) Diplomatik
Ajanlar dahil olmak üzere Uluslar arası bir himayeye tabi olan şahısların hayat, fiziki bütünlüğü
veya hürriyetine bir saldırıyı kapsayan
vahim suçlar;
d) Adam
kaldırma, rehin alma veya gayri kanuni hürriyeti tehdit eden suçlar;
e) Şahısların
hayatı için tehlike teşkil ettiği ölçüde bomba, el bombası, roket, otomatik
ateşli silah veya bombalı mektup veya koli kullanmak suretiyle işlenen suçlar;
ile,
f) Yukarıda
sayılan suçlardan birini işlemeye teşebbüs veya böyle bir suçu işleyen veya işlemeye teşebbüs eden bir
sahsın fiiline suç ortağı olarak
iştirake ilişkin suçların siyasi suç
kapsamında değerlendirilemeyeceği ifade
edilerek , bu suçlar terör suçu sayılmış ve bu tür suçlarda suçluların iadesi mümkün
kılınmıştır.
Eylemin niteliğine göre tanımlama
eğiliminin , (11 Eylül saldırısından
sonra) 15 Mayıs 2003 yılında yapılan Tadil
protokolünde de devam ettiğini söylemek mümkündür. [7]
Sözleşmenin yeni halinde ;
- Viyana' da 3 Mart 1980' de kabul edilen,
Nükleer Maddelerin Fiziki Korunması Hakkında Sözleşme'nin uygulama alanındaki suçlar;
- Montreal'de 24 Şubat
1988'de akdedilen, Sivil Havacılığın Güvenliğine Karşı işlenen fiiller,
- Roma' da 10
Mart 1988'
de akdedilen, Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine
Dair Sözleşme'nin uygulama alanındaki suçlar;
- Roma'da
10 Mart 1988'de akdedilen, Kıta Sahanlığında Bulunan Sabit Platformların
Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Protokol'ün uygulama
alanındaki suçlar;
- New
York'ta 15 Aralık 1997'de kabul edilen, Terörist Bombalamalarının Önlenmesine
İlişkin Uluslararası Sözleşme'nin uygulama alanındaki suçlar; ile
New York'ta 9 Aralık 1999'da kabul
edilen Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme'nin
uygulama alanındaki suçlarda iade
kapsamına alınmıştır.
Tadil sözleşmesindeki dikkati çeken
bölüm, bu temel suçları işlemeye teşebbüs
eden, iştirak eden veya bu temel suçları işlemek amacıyla örgütlenen ve başkalarını
bu suçlara işlemeye iştirak eden yada işlenmesine teşebbüse azmettirenlere
de suçluların iadesi hükümlerinin
uygulanabileceğinin öngörülmesidir.
Yine bu sözleşmede iade talebine konu
olan şahsın işkenceye maruz kalma
tehlikesi, ölüm cezası verilmeyeceği, yada verilse bile uygulanmayacağı veya ceza indirimi olmaksızın müebbet hapse
mahkum olmayacağı yönünde , talep edilen devletçe teminat verilmediği
durumlarda talep edilen devletin suçluyu
iade etmeyebileceği de kabul edilmiştir.
Sözleşmenin 8.maddesi taraf
devletlere birbirlerine adli yardım sağlama yükümlülüğü altına da sokmaktadır. Ancak sözleşme bunu da mutlak bir yükümlülük olarak getirmemekte, iadeden kaçınma koşullarının varlığı söz
konusu ise muhatap devlete bu
talebi reddetme hakkı vermektedir. Bu sözleşmenin uygulanmasından doğan
ihtilaflarda ise taraflardan birinin istemi üzerine tahkime gidilebilecektir.
Bu durumda her iki taraf birer hakem
tayin edecek, bu iki hakem ise bir başka hakemi mahkeme başkanı olarak tayin
edecektir. 3 aylık süre içerisinde taraflardan biri hakem tayin etmediği
taktirde ise , bu hakem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı tarafından
atanacaktır. Bu tahkim heyeti 2003 değişikliğinden sonra artık mahkeme olarak tanımlanmaktadır.
(md.11)
Bu sözleşmenin atıfta bulunduğu, Terörün finansmanın önlenmesine dair 1999
tarihli BM sözleşmesinden de bahsetmek gerekir. Bu sözleşmede “ herhangi bir kişi , sözleşmenin 2.maddesinde sayılan eylemlerin gerçekleştirilmesinde kullanılması niyetiyle
veya kullanılacağını bilerek, doğrudan veya dolaylı olarak, yasa dışı bir
şekilde ve kasten, fon sağlamakta veya toplamakta ise , bu Sözleşmeyi ihlâl
eder “ denmiştir. Diğer
taraftan Terörün önlenmesine dair
Avrupa sözleşmesinde ifade edilen suç türlerini genişleterek; ,Niteliği
veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya
uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya
gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin ya
da bir silâhlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi başka
bir kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler.
Sözleşme kapsamına alınmıştır. Avrupa
sözleşmesinde ifade edilen suç türleri ise aynen tekrar edilmiştir.[8]
Bu sözleşmenin en dikkati çeken hükmü 4
ve 8 .maddesidir. Bu hükümlerin özelliği
sözleşmenin tarafı olan
devletlere, yukarıda belirtilen suçları cezai kovuşturma gerektirir suç
kapsamına alınması konusunda ve bu
suçların işlenmesi için kullanılan veya
kullanılması için oluşturulan fonların veya bu suçlardan temin edilen
kazançların tespiti, el konulması ve müsadere edilmesi için gerekli tedbirleri alma konusunda yükümlülük
altına sokmasıdır.
4. maddedeki bu yükümlülük aynı zamanda
, hangi tür suçların uluslararası alanda “TERÖR
SUÇU” olarak kabul edilebileceğinin bir ifadesi olarak
görülebilir. Diğer bir anlatımla bu hüküm taraf devletlerin iç hukukta
keyfiyete bağlı olarak, bu suç türlerini artırmalarının, uluslar arası hukuk
açısından kabul görmeyeceğini , bizlere söylemektedir. Türkiye açısından bunun önemi, 3713 sayılı yasanın 2 ve 3 maddelerinde
sayılan suç türlerinden çoğunun bu sözleşmede
“TERÖR SUÇU” olarak
sayılmamasıdır.
Yine bu sözleşmenin 24.
maddesinde bu sözleşmenin yorumlanması ve uygulanmasıyla ilgili olarak , makul
süre içerisinde taraf devletler arasında çözümlenemeyen bir uyuşmazlıkta,
taraflardan biri sorunun çözümü için uyuşmazlığı tahkime götürebilecektir. .
Tahkim talebini takip eden 6
ay içinde Taraflar tahkimin teşkili üzerinde anlaşamazsa, Taraflardan herhangi
biri, uyuşmazlığı, Divan Statüsüne uygun olarak yapacağı bir başvuruyla
Uluslararası Adalet Divanına götürebilecektir. Türkiye bu maddeye çekince
koymuş, bu hükümle kendisinin bağlı olmadığını beyan etmiştir.[9]
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 11 Temmuz 2002 tarihli toplantısında kabul edilen “İnsan Hakları ve terörle mücadele hakkındaki ilkeler” belgesi de “TERÖR” konusunda önemli bir hukuki belge olarak görülebilir. Bu belge, devletleri yetki alanları dahilinde bulunan herkesin temel haklarını, özellikle yaşama hakkını terör eylemlerine karşı korumaya yönelik olarak tedbir almakla yükümlü kılmaktadır.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 11 Temmuz 2002 tarihli toplantısında kabul edilen “İnsan Hakları ve terörle mücadele hakkındaki ilkeler” belgesi de “TERÖR” konusunda önemli bir hukuki belge olarak görülebilir. Bu belge, devletleri yetki alanları dahilinde bulunan herkesin temel haklarını, özellikle yaşama hakkını terör eylemlerine karşı korumaya yönelik olarak tedbir almakla yükümlü kılmaktadır.
Ancak alınan tüm tedbirler;
-
Her türlü keyfiyetten ve ayrımcı
yada ırkçı muameleden uzak olacak,
-
İnsan haklarını ve hukukun üstünlüğünü
gözetecek,
-
Uygun bir denetime tabi olacak,
-
Hukuka uygun olacak,
-
Yakalanma,sorgulanma ve
alıkonulma sırasında işkence,insanlık
dışı yada küçültücü muamele yada ceza uygulanamayacak,
-
Özel yaşama müdahale niteliğinde
olacak tedbirler kanunda düzenlenecek ve bu türden tedbirlerin hukuka
uygunluğunun denetimini bir yargı organı yapacaktır.
Yine bu suçlardan yargılanan
kişiler ; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6.maddesinde ifadesini bulan Adil
ve dürüst yargılanma hakkından
istisnasız olarak yararlanacaktır.
Bu türden suçların özelliği
nedeniyle savunma hakkına getirilebilecek kısıtlamalar ise amaçla orantılı
olacak, takibatın adil bir şekilde yürütülmesini sağlamak ve usule ilişkin
hakların esasını kaybetmemesi için zanlının menfaatlerini korumaya yönelik
telafi edici tedbirler alınacaktır.
Öz olarak, Avrupa Konseyinin
bu türden suçlar için alınacak tedbirlerin sözleşmeyle uyumlu olmasını istediği
görülmektedir.
Her üç uluslar arası
belgenin “terör “ algılaması ile Türkiye’nin “terör”
algılaması arasında ciddi bir uyumsuzluğun
olduğu da aşağıda görülecektir.
Uluslararası alanda son
belge olarak ise 16 Mayıs 2005 tarihinde
Varşova’da imzalanan ,2006 yılında yürürlüğe giren Türkiye’nin henüz
taraf olmadığı Terörün Önlenmesi Avrupa Sözleşmesi sayılabilir. Bu sözleşme
taraf devletlere , terörün önlenmesi için etkin tedbirler alınması yükümlülüğü
getirirken, sözleşmenin amacı olarak terörün önlenmesinin haklı gösterilmesinin
önlenmesi olduğu gösterilmiştir. Sözleşme
taraf devletlere sıkı bir işbirliği yükümlülüğü getirmektedir.Ayrıca sözleşmede
belirtilen suç türlerini de taraf devletler iç hukukta düzenleme altına alacaktır. Bunlar , “bir terör suçu işlenmesi için yapılan aleni
çağrılar, terör örgütüne üye kazanma
suçu, terör eğitimi verme suçu” olarak
sayılmıştır. Yine bu sözleşmenin 1.maddesinde teröre[10] bir tanım getirilmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin korunması için
sözleşme Temel
hak ve özgürlüklerin korunması açısından, Sözleşmenin 5 ila 7 ve 9 ncu
maddesindeki suçların , özellikle “ifade özgürlüğü”, “toplanma” ve “din
özgürlüğü” haklarını ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Birleşmiş
Milletlerin Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinden doğan yükümlülükleri ihlal
etmeyecek şekilde düzenlenmesi yükümlülüğü de getirilmiştir. (Sözleşme m. 12/1).[11]
TÜRK HUKUKUNDA TERÖR SUÇU;
Türk hukukuna terör tanımı
ilk kez 3713 sayılı yasa ile
girmiştir. 3713 sayılı yasa Terörü; cebir ve şiddet kullanarak; baskı,
korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada
belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik
düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak,
Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak
veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış
güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup
kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemler.” Olarak tanımlamaktadır.
5532 sayılı yasayla yapılan
değişiklik “TERÖR” ün yasanın
başlangıcından beri olan tanımını değiştirmemiştir. Yalnızca 2.fıkrada bulunan örgütün oluşumu için “ İki “ kişinin olmasına yeterli sayan
düzenleme TCK.220/1 md.sine uygun olarak kaldırılmıştır. Çünkü bu düzenlemeye göre örgüt için “en az üç
kişinin bir araya gelmesi” aranmaktadır.
Diğer taraftan bu süreç
içerisinde 3713 sayılı yasada yapılan
en önemli değişiklik 8.maddede olmuştur. Önce 1995 yılında ( 4126 sayılı kanunla) "Hangi yöntem, maksat ve düşünceyle
olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri
ve yürüyüş yapılamaz. Yapanlar hakkında......... cezası hükmolunur."
hükmünden “"Hangi yöntem, maksat ve düşünceyle olursa olsun” ibaresi kaldırılmıştır. Yapılan
bu değişiklikle eylem daha önceki
halinde suç işleme kastını dahi önemsemeyen
şekli bir suç görünümündeyken, propaganda kastını esas alan (ağırlık
veren) bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmıştır.[12]
Bu haliyle bile düzenleme
“TERÖR” suçunu cezalandırmanın ötesinde
, ifade özgürlüğü açısından Türkiye’nin başını ciddi anlamda sıkıntıya
sokmuştur.
Şiddet öğesi taşımayan fikir
ve düşünce açıklamasını terör suçu
kapsamında almak bir tarafa, her hangi
bir yolla sınırlandırılmaya çalışılmasını bile
Sözleşmenin ihlali olarak gören AİHM
Türkiye’yi mahkum etmeye devam etmiştir.[13]
Bunun sonucu olarak Avrupa Birliğinin de
baskısıyla 2003 yılında ,4928 sayılı yasayla 8.madde bütünüyle kaldırılmıştır.
Ancak tabi sorunlar bununla
sınırlı kalmamıştır. Özellikle bu türden
suçların yargılamasının yapıldığı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yapısı bu
mahkemelerin tarafsızlığı ve bağımsızlığı sorununu gündeme taşımıştır.
Bu mahkemelerin yapısında bulunan “asker üye” nedeniyle , Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi bu mahkemelerin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olarak
değerlendirilemeyeceği tespiti ile bu konuyla ilgili önüne gelen davalarda , Türkiye’nin 6.maddeyi ihlal ettiği sonucuna varmıştır.[14] Türkiye Öcalan davasına kadar yasayı
değiştirmemiştir. Bu yargılama devam
ederken yasa değiştirilmiş, asker üye
DGM heyetinden çıkartılmıştır.
Daha sonra AB süreci ile
birlikte , Anayasanın 143 .maddesi değiştirilerek, DGM’lerin Anayasal dayanağı
kaldırılmıştır. Fakat, 5190 sayılı yasa
ile DGM’ lerin sadece isimleri değiştirilmiş, varlıkları aynen
korunmuştur. DGM tartışmaları bu
anlamda bitmemiştir.
DGM
tartışmaları bitmediği gibi ,Terörle Mücadele Kanununda yapılan temmuz
değişiklikleri, özgürlüklerin daha da
gelişmesini bekleyenler üzerinde de ciddi olarak hayal kırıklığı
yaratmıştır. Terör suçu olarak
tanımlanan suç türlerinde cezaların olağan üstü artırılması, basına yönelik olarak getirilen yayın
durdurma cezaları, savunma hakkını
kısıtlayan hükümleri ile ciddi olarak toplumsal tepkinin artmasına neden
olmuştur. Bu tepkiler yasanın çıkmasını engellememiştir.
Aşağıda
başlıklar halinde, temmuz /2006 değişiklikleri ile getirilen yeni sistemin ardında yatan suç ve ceza politikası, özgürlüklerin
ve temel hakların bundan nasıl etkileneceği,
uygulama sonuçlarının AHİM önüne gelecek davalara nasıl yansıyabileceği
gibi konular ana hatları ile
incelenmiştir.
SUÇ VE CEZA
DENGESİ YENİ TMK İLE YOK EDİLİYOR.
Bilindiği gibi TMK
tartışmaları başlarken ,Yeni TCK ve CMK ile birlikte , suçlunun korunduğu
,polis ve Jandarmanın yetkilerinin budandığı gibi söylemlerle , Yeni TCK
ve CMK’ nın “Terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı” yönünde bir algılama toplumda yaygınlaştırıldı. Aslında sadece bu sorunla ilgili değil,
İstanbul gibi büyük merkezlerde artan adi suçluluğun tüm sorumluluğu da TCK ve
CMK’ nın sırtına yıkılmaya çalışılmıştır.
.Oysa, YTCK’ nın
siyasi suçlarda ve örgüt suçlarında cezaları hafiflettiği, CMK’ nın
kolluğun ve soruşturma makamının yetkilerini budadığı görüşü doğru
değildi. Bunun da ötesinde son yapılan TCK ve CMK değişiklikleri, İnfaz kanunu hükümleri, “Dinleme
yasası” gibi yasalarla 1 Haziran öncesine göre hukuksal durumun daha da
ağırlaştığı tespitini yapmak yanlış olmayacaktır.
- Örgüt yöneticileri ,
azmettirmese bile örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen tüm suçlardan fail
olarak sorumlu tutulmuştur . Yani
iştirak hali gerçekleşmese, hatta haberi dahi olmasa bile örgüt faaliyeti
çerçevesinde işlenen tüm suçlardan asli fail olarak yargılanacaktır..
(TCK-220/5) İştirak hükümlerinden ayrı
olarak getirilen bu özel sorumluluk
türünün, suç ve cezaların şahsiliği ilkesini
zedelediği de açıktır.
- Örgüte yardım ve
yataklık fiili ile ilgili özel bir ceza sorumluluğu getiren 169.madde YTCK.’da
ayrı olarak düzenlenmemiş, bu fiilleri işleyenlerin örgüt üyesi gibi
cezalandırılacakları (220/7) hüküm altına alınmıştır. Bir anlamda ceza
artırılmıştır.
-Yeni infaz sistemine göre
, cezaların ayrı ayrı çektirilecek olması cezayı ağırlattığı gibi, bu
türden suçlarda koşullu salıverilme hükümlerinde değişiklik yapılmaması
da (Cezanın ¾ yatılmaktadır) cezaevinde geçirilen süreyi
uzatmaktadır.
- CMK 102.md.de belirtilen
tutukluluk süreleri 2 kat olarak uygulanacaktır. Yani bu türden suçlardan
yargılananlar 10 yıl boyunca tutuklu
kalabilecektir.
-Terör suçu olarak ifade
edilen suçlardan dolayı tutuklu olanların veya
hükümlülerin müdafilik veya vekilliğini yapan avukat hakkında aynı
suçtan kovuşturma açılması halinde avukat hakkında yasaklama kararı
verilebilecektir. (CMK-151) (“müvekkili tahliye olduğunda tekrar müdafilik
görevine dönebilecektir” )
-Bu türden suçlarda F tipi cezaevlerinde 7 yıldan beri uygulanan
, tutuklu ve hükümlünün tümden
yalıtılmasına dayanan tecrit ve tretmana dayalı infaz sistemi de mahkum
üzerinde ikinci bir ceza etkisi yaratmıştır. F tipi cezaevlerine büyük bir
tepki gelmiştir.[15]
İnfaz sistemi bir tarafa ,
Terörle Mücadele Kanununun 2. maddesinde katalog haline
getirilen ve “terör
suçları” olarak ifade edilen suç
türlerinde , YTCK ‘nın normatif anlamda, çoğu suçlarda
olduğu gibi cezaları artırdığı zaten ayrı bir hukuki gerçektir.
Suç (5237 s.yasa )
|
madde
|
Temel ceza
|
madde -765 s.y
|
Temel ceza
|
Birliği bozma
|
302
|
Ağ.müeb
|
125
|
Ağ.müeb
|
As.tes.tahrip
|
307
|
6/12-Ağ.müeb
|
129
|
10/ müeb
|
Anayasa ihlal
|
309
|
Ağ.müeb
|
146
|
10/ağ. müeb
|
Yasamaya.karşı suç
|
311
|
Ağ.müeb
|
146
|
Ağ. müeb
|
Hükümete karşı suç
|
312
|
Ağ.müeb
|
147
|
Ağ. müeb
|
Silahlı isyan
|
313
|
Ağ.müeb
|
149
|
Ağ. müeb
|
Silahlı örgüt
|
314
|
10-15
|
168,169,170
|
15
|
Silah sağlama
|
315
|
10-15
|
150
|
Ağır hapis
|
Suç için anlaşma
|
316
|
3-12
|
171
|
3-7
|
Y.asker yazılma
|
320
|
3-6
|
148
|
3-6
|
Yukarıda belirtilen suç
türlerinin dışında “terör amacıyla “ işlendiği takdirde, YTCK
ve 6136 sayılı yasa, 6831 sayılı Orman Yasasındaki kasten orman yakma gibi özel
yasalarda yer alan elliyi aşkın suç türünün yine “terör suçu” sayılacağı ifade
edilmektedir. Buna benzer bir hüküm 4.maddenin ilk halinde de
bulunmaktaydı.
Ancak terör amacıyla
işlendiği takdirde terör suçu olarak kabul edileceği ifade edilen bu suç
türleri 765 sayılı yasanın 145, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 157, 169, 384
ve 499 maddeleri ile sınırlı tutulmuştu. 145.md. “Türk bayrağına
hakaret” fiilini, 150 ila 157 md. “devletin resmi
kuvvetlerine karşı” şiddet eylemlerini, 384 md. “ulaşım
araçlarının engellenmesini” , 499.md. ise “yağma amacıyla adam kaldırma”
suçunu düzenlemekteydi. Bu türden suçların terör amacıyla işlendiği
takdirde terör suçu sayılmaları hukuken anlaşılabilir bir şeydir.
Ancak resmi evrakta
sahtecilikten, hırsızlığa, halkı askerlikten soğutmaktan , kamu
görevlisine direnme suçuna kadar elliyi aşkın suç türünün terör suçu
sayılmasını uluslar arası hukuka yapılan mütevazı bir “katkı” olarak
görmekte zordur .[16]
Çünkü, uluslar arası alanda devletler istedikleri suçları “terör suçu”
olarak tanımlar ve bunu diğer taraf devletler saygı göstermek zorundadır” şeklinde bir yükümlülük yoktur. Aksine Türkiye’nin tüm çekincelerine
rağmen, hangi suçların terör
suçu olarak kabul edileceği belirtilmiştir. Uluslar arası hukukun eğilimi bu
yöndedir.
Çünkü ,Terörün Önlenmesi
Avrupa Sözleşmesi ve Terör Finansmanın önlenmesine dair BM sözleşmesi bu türden suçlara uluslar arası hukukun bir
bakış penceresidir. Bu sözleşmeler bu
türden suçların tespitinde taraf devletlere bir keyfiyet tanımamaktadır. Diğer bir anlatımla, taraf
devletlerin iç hukuklarında keyfi olarak
bu suç türlerini artırmalarının, uluslar arası hukuk açısından kabul
görmeyeceğini bu sözleşmeler bizlere söylemektedir.
Türkiye açısından bunun asıl önemi,
3713 sayılı yasanın 2 ve 3 maddelerinde sayılan suç türlerinden çoğunun
bu sözleşmelerde “TERÖR SUÇU” olarak sayılmamasıdır.
Bir başka ifade ile Türkiye ile
Uluslararası hukuk arasında hangi eylemin “terör “kabul edileceği konusunda
ciddi olarak algılama farkı bulunmaktadır.
Gerçi yıllardan beri uluslar arası arenada” uluslar arası alanda terörün artık bir tanımı yapılsın ve işbirliği
daha da artırılsın” söylemi bir tez
olarak sürekli tekrarlanmaktadır. Ancak,
tez olarak ileri sürülen bu arzunun bir gün gerçekleşmesi halinde , ortaya
çıkabilecek sonucun Türkiye’yi pek mutlu
edemeyebileceğini bu günden rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Belki de, “fuhuş”
suçunun terör suçu olmaktan çıkarılmasını şükrederek ( Çünkü
tasarının ilk halinde “fuhuş” terör suçuydu) daha fazla şikayet etmemek gerekir.
Sorun tabi ki bu
kadar basit değildir, çünkü bu suç türlerine öngörülen
cezalar bu yasa ile ½ oranında artırılmakta ve
cezaların üst sınırlarının aşılabileceği de kabul edilmektedir.
Bunun hukuki anlamı şudur
. Zaten ceza miktarları olağanüstü fazla olan bu suç türlerinde,
ceza üst sınırının da kaldırılması, her hangi bir ciddi eylem
olmasa dahi bir siyasi suçluya ömür boyu hapsetmenin yolunu aşmaktadır. Bundan
sonra 30 – 40 yıllık bir hapis cezası almak için her hangi bir silahlı
eyleme katılmak, azmettirmek veya yardım etmek artık şart
değildir. Örgüte üye olmasa ve her hangi bir silahlı eyleme
karışmasa dahi , propaganda ve öğrenim özgürlüğünü engellemek (Örneğin
; dersleri boykot) gibi basit suçları işleyen bir
sanık 20-30 yıllık hapis cezalarına çarptırılabilecektir. Çünkü,
314 yollamasıyla 220.md.deki örgüt içerisinde her hangi bir
hiyerarşik yapıya dahil olmasa dahi örgüt adına eylem yapan kişi örgüt üyesi
gibi cezalandırılabilir düzenlemesi ile, 5275
sayılı İnfaz Yasasının 107 maddesine göre, TMK kapsamındaki bir suçta birden
fazla süreli hapis cezasının ictimasının 32 yıl üzerinden
yapılacağı (koşullu salıverilmeden yararlanılsa bile
cezaevinde kalma süresi en az 24 yıldır) hükmü bunun
yolunu açmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi
24 yıl cezaevinde yatmak için, silahlı eylem yapmak veya şiddete bulaşmak şart
değildir. Çünkü, bu yasa olmasa dahi , örgüt adına silahlı
şiddet eylemlerine katılan bir eylemci zaten ömür boyu hapis cezası
alabilmekteydi.
Başka bir ifade ile
olağanüstü artırılan hapis cezaları ile yasanın hedef kitlesi de
değişmektedir, amacıda değişmektedir. Suç ve ceza dengesi yok edilerek
olağanüstü artırılan bu cezalarla, TMK’nın hedef kitlesinin silahlı örgüt
mensubu değil, baskıya karşı demokratik tepki gösterecek” herkes
“olduğunu rahatlıkla söylememiz mümkündür.
Cezaların, fiilin ağırlığı
ile orantılı olması, hukukun genel kuralı olduğu kadar, ceza sorumluluğunun
şahsiliği kuralının da bir sonucudur. Ceza, işlenilen hukuka aykırı bir fiilin
yarattığı “zarar” veya “tehlikenin” karşılığı olarak uygulanan bir müeyyide
türü olduğuna göre, ceza ile fiilin yaratacağı “zarar” veya “tehlikenin”
ağırlığı arasında bir oran, uyumluluk bulunması zorunludur. Ceza kanunları
düzenlenirken, suçların “korunan hukuki değer”e göre belirlenmesinin
mantığı da budur. Suç teşkil eden hukuka aykırı fiilin yarattığı “zarar veya
tehlike” ile uyumlu olmayan bir cezalandırma sistemi, “...devlet
faaliyetinin esasını teşkil eden her türlü manevi adalet kavramını bir yana
bırakmak...” demektir. Böyle bir sistem, “ceza adaleti” ilkesi ve “cezada
bulunması gereken nitelikler” ile uyumsuzluk yaratır. [17]
Burada uyumda yoktur,
adalette yoktur. TMK. ‘nın ardında yatan suç ve ceza politikasında, zarar ve
tehlike ile uyumlu bir ceza sisteminden ziyade, ilkel bir öç alma duygusu ile
hareket edildiği görülmektedir.
Bu suçlar için öngörülen
tecrit/izolasyona dayalı yeni infaz sistemi ile birlikte düşünüldüğünde,
bu politikanın “suçlunun” iyileştirilmesinden ziyade, “suçluyu” içeride
“çürütmeyi” hedeflediği de anlaşılmaktadır. Çünkü bu
yasa, silahlı eyleme karışmasa bile bu türden suçları işleyenleri “iflah
olmaz” ve “iyileşmez” görmektedir.
Yine bu suçlarda, ceza süresi ne olursa olsun, (hatta
çocuk suçlularda dahil olmak üzere) cezanın ertelenemeyecek ve
paraya çevrilemeyecek olması da (md.13) bu bakış açısının sonucudur.
TMK. BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ CİDDİ OLARAK TEHDİT ETMEKTEDİR..
Uyum yasaları ile birlikte
Basın Kanununda ve 3713 sayılı yasada yapılan değişikliklerle, Basın
yoluyla işlenen suçlardaki , hapis cezaları para cezasına dönüştürülerek
Avrupa Birliğine karşı güçlü bir “demokratikleştik, özgürleştik” mesajı
verilmeye çalışılmıştı. Ancak bu yasa ile 6.maddedeki tüm para cezaları
yeniden hapis cezasına (3 yıla kadar hapis) çevrilerek “ aslımıza dönmüş
“ olduk.
Bundan sonra;
1-
Her hangi bir örgütle ilgili yada örgütün açıklamalarından haber
yapılması veya bir muhbirin kimliğinin basında yer alması
halinde haberi yapan muhabir 1 yıldan 3 yılda kadar hapis cezasına
çarptırılabilecektir.
2-
Yayın sorumluları ve gazete sahipleri açısından ise “objektif sorumluluk”
kuralı yeniden getirilerek, bu suça iştirak etmemiş olsalar dahi gazete
sahiplerine ve yayın sorumlularına bin günden 10 bine güne kadar adli
para cezası verilebilecektir. Tabi ki gün para cezası süresi içerisinde
ödenmediği takdirde, hapse dönüşecektir. Hatta birden fazla hüküm varsa,
bir yayıncı veya yayın sorumlusunun 5 yıla kadar hapis yatması olası
olacaktır.
Tek bir suçtan dolayı mahkumiyet halinde ise
para ödenmediği taktirde mahkumiyet en az üç yıl hapis cezasına
dönüşecektir. Para cezasının bakiyesi ise 6183 sayılı yasa hükümleri
uygulanarak, hükümlüden tahsil edilecektir.
3-
Ceza Hukukunun temel ilkesi olan “ kusurluluktan” vazgeçilmiştir.
Artık bir yazı işleri müdürüne “TAKSİR” yani, yayından dolayı
“ÖZEN VE DİKKAT YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ ” yerine getirip getirmediği dahi
araştırılmadan 500.000 YTL.’ye (Gazete sahibi açısından 1.000.000.YTL)
ulaşabilecek adli para cezası verilebilecektir.
Gerçekten, “ceza
sorumluluğunun şahsiliği” kuralı kişinin kendisine ait kusurlu fiilinden
sorumlu tutulması anlamına gelmektedir. 5187 s.Basın Kanununun 11. maddesiyle ”
Süreli yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayım
sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurt dışında bulunması
nedeniyle Türkiye'de yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin
diğer bir suçtan dolayı kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi
hallerinde “ , sorumlu müdürü salt gördüğü görev sebebiyle ve kusurunu aramaksızın sorumlu
tutarak, üçüncü şahsın fiilinden kusursuz sorumluluk hali yaratmıştır. Böyle
bir sorumluluk şekli “objektif sorumluluğun” kabul edilmesi anlamına
gelmektedir. Objektif sorumluluk sistemi ise, kusur aranmadığı için, “ceza
sorumluluğunun şahsiliği” ilkesine aykırıdır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği,
sadece maddi fiilin o faile ait olması anlamına gelmemekte, ayrıca kusurunun
aranmasının gerekli bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim, TCK’nun 45
(5237 s.y. 20.md ). maddesi de, kişinin, ancak, kendi fiilinden “kast”
derecesinde kusurlu olması durumunda ceza sorumluluğunun doğacağını belirtmek
suretiyle, objektif sorumluluğun kabul edilmediğini göstermektedir[18].
(Basın yoluyla işlenilen suçlarda ise, sorumlu yazı işleri müdürünün “kusuru”
aranmadığı ve eseri kendisi yaratmadığı halde, ceza sorumluluğu öngörülerek,
“ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine” aykırı bir düzenlemeye gidilmiştir. [19]
Sorumlu yazı işleri
müdürünün “objektif sorumluluk” durumunu “anormal sorumluluk” [20]olarak
görüp, sorumluluğu bir ölçüde subjektif temele oturtmaya çalışan cezacılar,
salt bu “anormal sorumluluk” biçimini yumuşatmak amacındadırlar. Bu nedenle,
sorumlu müdürün, yazı işlerini idare etmesi açısından, hukuka aykırı netice ile
nedensellik bağı içinde kalan “fiili”nin var olduğunu, nedensellik bağının
is“taksir” derecesinde kusuru ifade ettiğini belirtmektedirler.
Bu görüşte olanlar dahi, bu
sorumluluk şeklini “objektif sorumluluk” olarak nitelemekte ve
eleştirmektedirler.
Getirilen hapis cezaları
dışında, Cumhuriyet Savcısının emriyle süreli bir
yayının 15 günden 1 aya kadar durdurulabilecek olması da
diğer bir ilginçliktir.
Çünkü, ilk baktığımızda ;
bu süreler neye göre ve nasıl hesaplanmıştır ve burada beklenen amaç
nedir ? soruları zihinlere düşmektedir. Anlaşıldığı
kadarıyla bunu bir tedbir olarak kabul etmek gerekecektir.
Ancak, bu bir tedbirse 15 günlük ve 20 günlük 30 günlük “yayın
durdurmak” ne gibi hukuki fayda sağlayacak belli
değildir. Burada mantıklı olan yayının sürekli durdurulmasıdır.
Aslında istenende odur. Ancak her hangi bir
mahkumiyet kararı olmadan “ süresiz bir yayın durdurmanın “ mahkeme onayıyla da
olsa, AB organları önündeki “imajımız” açısından pek olumlu
bir katkı yapmayacağı düşüncesiyle olsa gerek, bu yöntemin tercih edilmek
zorunda kalındığı görüntüsü ortaya çıkmaktadır.
“Murat edilenle”
, “imaj” arasında yapılan tercihte; bulunan bu ortalama
yol, aslında basının pek de lehinde değildir. Çünkü , her 30
günde bir verilecek yayın durdurma kararları ile bir yayını ilelebet
durdurmak mümkün olacaktır.
Tabi ki düzenleme Anayasa’da aykırıdır. Çünkü Anayasa’nın
28.maddesi sadece suç konusu olan yayının dağıtımının
durdurulmasından ve toplatma kararından bahsetmektedir ve 28/4-8
‘e göre “tedbiren dağıtımın durdurulması” ve “toplatma kararı”
ancak basılmış bir yayın hakkında verilebilir. Bu düzenleme ; bir
yayının belirli bir süreyle veya süresiz (tedbir yoluyla
veya ceza mahkumiyetinin sonucu olarak ) yayımlanmasının
durdurulmasını kapsamamaktadır. Kaldı ki basın özgürlüğünün sınırlanması ile
ilgili Anayasaca öngörülmeyen bir tedbir veya yaptırım yasa
yoluyla getirilemez. Bu nedenle, getirilen düzenlemenin Anayasa’nın kaba
bir şekilde ihlalinden başka bir hukuki anlamı yoktur.
Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer basınla ilgili getirilen bu düzenlemelerin iptali için 4
Ağustos 2006 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.[21]
TMK SAVUNMA HAKKINI ORTADAN KALDIRIYOR.
Yeni TMK yalnızca
cezaların artırılması ile değil , bu türden suçların soruşturma evresinde
getirdiği değişikliklerle de savunma hakkını ciddi anlamda tehdit
etmektedir.
— Soruşturma evresinde şüpheli
,ancak bir müdafiinin hukuki yardımından yararlanabilecektir.
5271 sayılı CMK’ nın
149.maddesinde soruşturma evresinde , ifade alma sırasında şüphelinin en çok üç
avukatı hazır bulundurabileceği öngörülmektedir.
Ancak bu sınırlama “ifade
alma anıyla “ile ilgilidir. Hukuki yardımla ilgili değildir.
Yoksa, şüpheli istediği sayıda müdafinin hukuki yardımından faydalanabilir.
Oysa yeni TMK
sadece “ifade alma” anını değil, “hukuki yardımı da” sınırlamaktadır.
Yani ikinci bir avukatın şüpheli ile görüşmesini de istememektedir,
bu avukatın mahkemeye gözaltına itiraz dilekçesi vermesini de istememektedir.
Burada , TMK Savunma hakkının
temel bir insan hakkı olduğundan ve suç türleri gerekçesi ile savunma hakkı
sınırlandırılamayacağından habersiz olduğu gibi Anayasa Mahkemesi
kararlarından da habersiz davranmaktadır.
Anayasa Mahkemesi
TMK’ nın 1991 yılındaki ilk halinde bulunan “ sanığın bu
türden suçlarda en fazla üç müdafi ile temsil edileceğine”
ilişkin düzenlemeyi iptal ederken (91/18 es.92/20 sayılı kararı “
1963 /143-67 sayılı kararına atıfta bulunarak , savunma hakkı suç türleri
gerekçe gösterilerek sınırlanamaz demiştir.
“Anayasa Mahkemesi’nin 26.6.1963 günlü ve Esas 1963/143, Karar
1963/167 sayılı kararında benzer bir kural nedeniyle şöyle denilmektedir:
“... Kişilerin kutsal ve
temel haklarından olan savunma hakkının herhangi bir şekilde
sınırlandırılmasının kişiyi gereği gibi savunmasını yapmaktan yoksun
bırakabilecek bir sonuç doğuracağından şüphe edilmemesi gerekir. İşte bu
sebepledir ki; Anayasa’nın sözü edilen 31. maddesinde (Meşru bütün vasıta ve
yollardan faydalanılması) esası kesin bir şekilde belirtilmiştir. Maddedeki
(bütün) kelimesinin anlamı savunma hakkını hiç bir kayda bağlı tutulmaksızın bu
haktan tam manasıyla faydalanmayı kapsar. Bu konuda yapılacak herhangi bir
sınırlama bu hakkın özüne dokunur...”
Anayasa Mahkemesi; yapılan
düzenlemeyi 31. maddeye aykırı bulurken özellikle “bütün” sözcüğü üzerinde
durmaktadır. Bu sözcük, 1982 Anayasası’nın 36. maddesinin, “Herkes, meşru
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir” biçimindeki ilk fıkrasına
alınmamışsa da “bütün” sözcüğüyle yapılan vurgulamanın kaldırılması, maddenin
anlamını değiştirmemiştir. 36. madde sav ve savunma yönünden bir sınırlandırma
getirmediğine göre, “meşru vasıta ve yollardan” ibaresi; kuşkusuz “meşru bütün
vasıta ve yolları” kapsar.
Anayasa’nın 36. maddesinde
hak arama özgürlüğü konusunda özel bir sınırlandırma öngörülmemiştir. 13.
maddesinde öngördüğü genel sınırlama nedenleri, hak arama özgürlüğü için de
geçerlidir. Avukat sayısını sınırlamanın, davanın konusuna göre, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu
düzeninin, kamu yararının korunması gibi kavramlarla bir ilişkisi
bulunmamaktadır. 13. maddede yer alan genel sınırlama nedenlerine dayanılarak
yapılacak sınırlandırmalar ancak ciddi bir tehlikeye karşı bu kavramların
korunması söz konusu olduğunda demokratik toplum düzeni gereklerine uygun
düşer. Yapılan düzenleme, bu nitelikte olmadığından Anayasa’nın 13. ve 36.
maddelerine aykırıdır.
Avukat tarafından temsili
düzenleyen 10. madde hükümlerinde Anayasa’nın eşitlik ilkesinden uzaklaşmayı
gerektirecek haklı bir neden bulunmamaktadır. Bu nedenlerle dava konusu 10.
maddenin (a) bendi Anayasa’nın 10. ve 36. maddelerine aykırıdır ve iptali
gerekir.”
Müdafiinin
şüpheli ile görüşme hakkı 24 saat süre ile kısıtlanabilecektir.
Bu süre içerisinde “ifade
alınamayacağı “ hükmü ile sözde bir koruma getirilmiştir. Oysa
savunma hakkı açısından önemli olan “sorgu” dur. Yasa ile ilk 24 saat
içerisinde kolluğa avukatsız “ sorgu yapma” yetkisini “zımni”
olarak tanınmış olmaktadır. Bunun anlamı, avukatın sorgu sürecinde bütünüyle
etkisiz hale getirilerek, işkence ve fena muamelenin önünün
açılmasıdır.
Müdafiin dosya
içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alma yetkisi
kısıtlanabilecektir.
CMK. 153’e göre
soruşturmanın amacını tehlikeye düştüğü durumlarda zaten gizlilik kararı
verilebilmekteydi. Ancak; 1- Yakalanan kişinin veya
şüphelinin ifadesini içeren tutanaklar 2- Şüphelinin hazır bulunmaya
yetkili olduğu tutanaklar (yakalama, arama, elkoyma gibi) 3-Bilirkişi
raporları hakkında gizlilik kararı verilememektedir.
Yeni yasa ile eğer suçlama
TMK kapsamında ise ; dosyanın bütünü üzerine gizlilik kararı
verildiğinde, soruşturma evresi bütünüyle savunmaya kapatılmış
olacaktır.
1- Doktor raporu dahi
müdafiden saklanabilecek, müdafi şüphelinin işkence veya fena muameleye
maruz kalıp kalmadığını bilemeyecektir.
2- Yakalama, arama, el
koyma ve sorgu tutanaklarını müdafi inceleyemeyecek,
avukat eğer sorguda bulunmadı ise müvekkiline yöneltilen
suçlama konusundan dahi haberdar olmayacaktır. ÇÜNKÜ YAKALAMA TUTANAĞINI
DAHİ GÖREMEYECEKTİR.
Tüm belgeler için
getirilecek yasaklama kararını anlamı, soruşturma evresinde avukatın bütünüyle
devreden çıkarılmasıdır. Zorunlu
müdafilikte (aralık/2006) ceza alt
sınırının beş yıla çekilmesi zaten bunu tamamlamıştır.
Yakalama ,ifade
tutanakları, bilirkişi ve doktor
raporu gibi savunma hakkının
kullanılmasında “ olmazsa olmaz “
belgeleri müdafiden aylarca saklayabilmek
demek, savunma hakkını yok saymak anlamına gelecektir.
Bu yasanın bile bile
Anayasa’nın aykırı yapılmış
hükümlerinden biride budur. Burada
Anayasa 36, 38 AİHS 5 ve 6 açıkça çiğnenmektedir.
Avukat
ile müvekkili arasındaki görüşmeye resmi bir görevli katılabilecek, avukatın belgelerine el konulabilecektir.
27 Ağustos - 7 Eylül 1990 tarihleri arasında Havana’da toplanan Suçların Önlenmesi ve Suçluların Islahı üzerine 8. Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilen Avukatların Rolüne dair Temel Prensipler (Havana Kuralları) bildirgesinin 8.maddesinde “ Gözaltına alınan, tutulan veya hapsedilen herkesin, bir avukat tarafından vakit geçirilmeden ziyaret edilmesi, kesintisiz biçimde iletişim kurabilmesi ve sansüre uğramadan tam bir gizlilik içinde görüşebilmesi için yeterli imkanlar, zaman ve kolaylıklar sağlanır. Kanun adamları görüşmeleri gözle izleyebilir fakat dinleyemez” ilkesi yer almaktadır. CMK.154.md.de bu ilkeye uygun olarak avukatın her zaman ve konuşulanları başkalarının duyamayacağı ortamda şüpheli/veya sanıkla görüşebileceğini düzenlemektedir. Mahremiyet ilkesi savunma hakkının asla vazgeçilemez bir unsurudur ve avukat ile müvekkili arasındaki görüşmenin gizliliği de esastır.
Ancak
yeni TMK ortada her hangi bir suç kovuşturması olmasa dahi avukatın belgelerine
el konulabilmesinin yolunu aştığı gibi
Anayasa Mahkemesinin kararına rağmen “mahremiyet “ ilkesini yok
sayarak avukat görüşünün resmi bir
görevlinin huzurunda yapılmasının da
yolunu aşmaktadır.
Oysa buna
benzer bir hüküm hükmü, Anayasa mahkemesi 31.03.1992
tarih ve E.1991/18, K1992/20 s. kararında; “Anayasa’nın 36. maddesinde öngörülen hak
arama özgürlüğünün yaşama geçirilmesi avukatların mesleki çalışmalarına ve
savunma hizmetine her türlü kolaylık sağlanmasını gerektirir. Bunu
gerçekleştirmenin yollarından biri de, sanığın başkalarınca dinleneceği
endişesinden uzak bir ortamda avukatla görüşmesini sağlamaktır. Ceza
Muhakemeleri Usulü Yasası’nın 144. –(5271 sayılı CMK 154 ) maddesiyle sanığa
avukatı ile her zaman görüşebilme olanağı verilmiştir. İnceleme konusu kural,
terör suçu sanıkları ile diğer sanıklar arasında eşitsizliğe neden olduğu gibi
aynı zamanda savunma hakkına Anayasa’nın 13. ve 36. maddelerinde öngörülmeyen
bir sınırlama getirmektedir. Anayasa’nın 38. maddesine göre, “Suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” Şu halde, yüklenen suç ne olursa
olsun tüm sanıkların suçsuzluk karinesinden yararlanması ve kendini
savunabilmesi için her türlü olanağın sağlanması gerekir. Oysa, inceleme konusu
kuralın uygulanacağı durumlarda savunma güçleştirilmiştir. Eşitlikten
uzaklaşmayı gerektirecek haklı bir neden ve farklı bir hukuksal durum yoktur ve
(a) bendinde Anayasa’ya aykırılık yönünden açıklanan gerekçeler (b) bendi için
de geçerlidir.Bu nedenlerle 10. maddenin (b) bendi Anayasa’nın 10. ve 36.
maddelerine aykırıdır ve iptali gerekir.” Gerekçesi ile iptal etmişti.
Yakalama
ancak şüphelinin bir yakınına bildirilecektir.
İlk
başta anlamsız gibi gözüken bu düzenleme aslında oldukça tehlikelidir.
Gözaltı sürecinde savunma devreden çıkardığı gibi,” Soruşturmanın amacının tehlikeye düşebileceği gerekçesi ile” şüphelinin yakınları da devreden çıkarılmaktadır.
Yasak
savma kabilinden yapılacak bir bilgilendirme ile “usul” yerine getirilmiş
olacaktır. Aslında “murat edilen” hiç kimsenin yakalamadan
haberinin olmamasıdır.
Ancak
yasayı yapanlar Anayasa 19’danda habersizdir. Çünkü , 19/6 “kişinin
yakalandığı veya tutuklandığı ,yakınlarına derhal bildirilir “
düzenlemesi zaten böyle bir sınırlamayı kabul etmemektedir.
Tüm bu
hükümler şunu göstermektedir ki; bu değişiklikler, soruşturma evresinde
savunma kurumunu bütünüyle devreden çıkarmaktadır ve bu bölümde getirilen
düzenlemelerin tümü A.İ.H.S. 5 ve 6.maddeleri ile Anayasanın 19 ve36,
38.maddelerine aykırıdır.
-ANAYASA
MAHKEMESİ KARARINA RAĞMEN KOLLUĞUN SİLAH KULLANMA YETKİSİ GENİŞLETİLİYOR
İnsan
hakları literatüründe “yargısız infaz (summary execution)” , tümüyle
hukuk dışı ve insan halklarına aykırı olarak insan yaşamının yargı kararı
olmadan güvenlik güçlerince denetimsiz, hatta keyfi biçimde son verme
uygulamasına verilen isimdir. Türkiye 1990’lı yıllarda, polisin ev
baskınları ile yaptığı operasyonlar sonucu bu kavramla tanışmıştır. Ve bu
operasyonlarda meydana gelen ölümlerin çoğundan AHİM önünde mahkum olmuştur.
AİHS.
2. maddesi “yaşama hakkını düzenlemektedir. Maddenin
II. fıkrasında istisnalar düzenlenmiştir. “II. fıkrada yer alan bir anlamda
hukuka uygunluk hallerinden devletlerin yararlanabilmeleri için şiddet ve fiili
kuvvete başvurunun ‘mutlak zorunlu’ olması gerekir [22]().
Ayrıca burada tarif edilen istisnalar , bir kişiyi kasten öldürmeye izin veren
koşulları tanımlamamakta, “başvurulan kuvvetin “ istenmeyen bir sonuç olarak
ölüme neden olması durumlarını ele almaktadır. Ancak başvurulan kuvvet , a,b
yada c bentlerinde anılan amaçlardan birine ulaşmak için “kesin zorunluluk” halleriyle
sınırlı kalmalıdır. Aynı zamanda alınan önlem ile ulaşılmak istenen sonuç
arasında ‘tam bir orantı’ bulunması gerekir. Bu orantı koşulu aranırken,
güdülen amacın niteliği, somut durumun insan hayatı ve beden bütünlüğü için
oluşturduğu tehlike ve kuvvet kullanımından doğan ölüm riskinin derecesi
gözönünde tutulacak; diğer bir deyimle başvurulan önlem somut durumun
gerektirdiği yoğunluğu aşmayacaktır[23]
Bu
nedenle 29.8.1996 tarihinde TMK’da yapılan değişiklikle … operasyonlarda
teslim ol emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde
kolluk kuvveti görevlileri, failleri etkisiz kılmak amacıyla doğruca ve
duraksamadan hedefe karşı ateşli silah kullanmaya yetkilidirler. … düzenlemesi
; Anayasa Mahkemesinin 1996/68 es 1999/1 k.sayılı kararı ile
“Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında, “herkes, yaşama, maddî ve
manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”. Son fıkrasında da,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesine koşut olarak “mahkemelerce
verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hali ile meşrû müdafaa hali,
yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün
kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya
olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında
silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen
öldürme fiilleri birinci fıkra hükmü dışındadır” denilmektedir.
Bu maddeyle
güvence altına alınan yaşama hakkını korumak için devlet her türlü önlemi almak
yükümlülüğündedir. Yasa ile ancak zorunlu durumlarda silah kullanma yetkisi
verilebilir. Silah kullanmaya yetki verilebilmesi için son fıkrada sayılan
durumlarda yetkililerin silah kullanma dışında başka olanaklarının bulunmaması
gerekir.
Kuralda
faillerin sadece “silah” kullanmaya teşebbüslerinden söz edilirken kolluk
kuvveti görevlilerinin hedefe karşı “ateşli silah” kullanmalarından söz
edilmiş; böylece faillerin kullanmaya teşebbüs ettikleri silahın ateşli silah
olup olmadığına bakılmaksızın ve başka türlü etkisiz hale getirilmeleri olanağı
gözetilmeksizin küçük bir müdahale ile önlenebilecek olaylarda dahi görevlilere
ateşli silahlar kullanma yetkisi verilmiştir.
Buna göre,
dava konusu kuraldaki teslim ol emrine uyulmaması ve silâh kullanmaya teşebbüs
edilmesi, görevlilerin her zaman doğruca ve duraksamadan hedefe karşı ateşli
silâh kullanmalarını zorunlu kılacak nitelikte bir durum değildir. Kimi
olaylarda faillerin, can güvenliğini daha az tehlikeye sokan yöntemlerle de
etkisiz hale getirilmeleri olanaklı olabilir. Olayların özelliğine göre, bu
yöntemlere başvurulmaksızın doğruca ve duraksamadan hedefe karşı “ateşli silâh”
kullanılması yaşama hakkının zedelenmesi sonucunu doğurur.
Bu
nedenle kural, Anayasa’nın 17. maddesine aykırıdır. ” gerekçesi ile iptal edilmişti.
Anayasa
Mahkemesinin açık kararına rağmen aynı hüküm üstelik daha da ağırlaştırılarak,
yani iptal edilen düzenlemeyle verilen silah kullanma yetkisi daha da
genişletilerek yasa yürürlüğe sokulmuştur. Silah kullanma yetkisi
daha da genişletilmiştir, çünkü; iptal edilen maddede “ teslim
emrine itaat edilmeyerek, silah kullanmaya teşebbüs edilmesi” derken,
yeni düzenlemede “teslim ol" emrine itaat edilmemesi veya silah
kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde” hükmü getirilmiştir.
İptal
edilen ilk düzenlemede , iki
unsurun birden gerçekleşmesi yani hem
“teslim ol emrine itaat edilmemesi” hemde “silah kullanmaya teşebbüs
edilmesi” gerekirken, yasanın yeni halinde yakalanacak şahsın
artık silahlı olup olmamasının önemi kalmamaktadır.
Burada
başka bir hukuki kurnazlıkta iptal
edilen ilk düzenlemede “HEDEFE KARŞI ATEŞLİ SİLAH KULLANMAYA
YETKİLİDİR” denmişken, yeni
düzenlemede “HEDEFE KARŞI SİLAH KULLANMAYA YETKİLİDİR.” denmesidir.
Ancak
bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü kolluk
görevlisi kaçan şüphelinin arkasından, elindeki copu veya yerdeki taşı alıp
atmayacaktır. Öncelikle belindeki
tabancayı kullanacak,. “ Teslim ol “
emrine uymadığı anda, (üstelik şahsın burada kaçabilecek durumda olup
olmamasının da önemi yoktur.) hedefe doğrudan doğruya ateş
edilebilecektir.
Burada
artık hukuk adına söylenebilecek bir şey kalmamaktadır. Çünkü A.İ.H.S 2.maddeden ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi ictihatlarından da
bahsetmenin bir anlamı yoktur.
Çünkü ,
bu düzenleme Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı en küçük bir saygı dahi
duymayan bir anlayışı temsil
etmektedir. En üst norm olan Anayasa
hükümlerinin ve Anayasa Mahkemesi kararlarının yok sayıldığı bir ülkede, doğal olarak
yaşama hakkına da saygı duyulmayacaktır.
TMK İLE
ÇOCUKLAR CEZAEVİNE.
Türkiye’nin
de taraf olduğu, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları sözleşmesi
çocuk hukuku alanında Tüm Dünya’da kılavuz olarak kabul edilen bir hukuk
belgesidir. Bu sözleşmeye göre 18 yaşından küçüklerin yargılanmasının çocuklara
özgü mahkemelerde ve özel yargılama usulüne göre yapılmasını taraf
devletler kabul etmişlerdir.[24] Yine bu sözleşmeye göre, taraf
devletler, suça itilmiş çocuklarla
ilgili adli kovuşturma yapmaksızın önlemler almak taahhüdü altına girmiştir. [25]
Yeni TCK ile birlikte sözleşmeye uygun olarak, Ceza
yargılamasında 18 yaşından küçükler çocuk kabul edilmiş, 5395 sayılı yasa
ile Çocuk Koruma Kanunu yürürlüğe sokulmuştur. Bu yasa ile çocukların
yargılamasının Çocuk Mahkemelerinde yapılması kabul edilmiştir. Çocuk Koruma
Kanunu yalnızca siyasi bir tercih değil, Çocuk Hakları Sözleşmesinden
doğan bir zorunluluk olarak gündeme gelmiştir.
Ancak Yeni TMK sözleşmeye
rağmen, 15-18 yaş grubundaki çocukları , büyüklerle birlikte Yeni
“DGM”’ ler önünde yargılanmasının önünü açmıştır.
Daha da ötesi 15-18 yaş grubuna giren çocuklara verilen hapis
cezaları ertelenemeyecek ve paraya
çevrilemeyecektir (md-13).
Erteleme ve paraya çevirme gibi hapis
cezasından dönüştürülen alternatif
yaptırımlar, Modern Ceza Hukukunda
cezanın bireyselleştirilmesi ilkesinin doğal bir sonucudur. Yargıcın ceza yargılamasında rolünün
artırılması, ceza tayininde ve alternatif yaptırımlardaki takdir yetkisinin
artırılması ile olmaktadır. Batı Ceza kanunlarının günümüzdeki eğilimi de bu
yöndedir. Yeni TMK paraya çevirme ve erteleme gibi alternatif yaptırımların
önünü tıkarken, aslında Türk yargısına
da güvenmemektedir.
TMK’
nın çocuklarla ilgili bu düzenlemeleri, Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk
Haklarına Dair Sözleşmesi'nin 1. 2. ve 40. maddesine, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 6. maddesine, Anayasa'nın küçüklerin yargılanmasıyla ilgili olarak özel
hükümler düzenlenmesini öngören 37. maddesine, hiç kimsenin kanunen tâbi olduğu
mahkemeden başka bir merci önünde yargılanamayacağını öngören 141. maddesine
aykırıdır.
TMK- KOLLUK GÖREVLİLERİNİ SUÇ İŞLEMEYE ÖZENDİRMEKTEDİR.
TMK’ nın en ilginç
hükümlerinden biride “Bu türden
suçlarla ilgili olarak görev yapan istihbarat elamanları ile kolluk
görevlilerinin , bu görevin yerine getirilmesi sırasında işledikleri suçlardan
dolayı yapılan soruşturmalarda ŞÜPHELİ VEYA SANIĞIN MÜDAFİ OLARAK BELİRLEDİĞİ
EN FAZLA ÜÇ AVUKATIN ÜCRETİNİN AVUKATLIK ÜCRET TARİFESİNE BAĞLI OLMAKSIZIN
ÖDENECEĞİ“hükmüdür. (MD.15) Bu hüküm
3713 sayılı yasanın ilk halinde de bulunmaktaydı.
Genel olarak müdafiden yararlanma hakkı A.İ.H.S -.6 .maddesinde
ifadesini bulan Adil yargılanma hakkının temel unsuru olan savunma hakkının bir
parçasıdır. Bu nedenle CMK-149 ve
devamında müdafiden yararlanma koşulları
düzenlenmiştir. Bu düzenlemelere göre , alt sınırı beş yılı geçen suçlarda
zorunlu olarak müdafi atanacak, diğer
suçlarda ise sanık isterse müdafi görevlendirilecektir. Müdafi
ücreti de Adalet Bakanlığı ve Maliye
Bakanlığının hazırladığı özel tarifeye göre ödenecek, sanık mahkum olduğu taktirde de yargılama
gideri olarak sanıktan geri alınacaktır. Tüm müdafi görevlendirmeleri ise Baro
tarafından yapılacak, şüpheli veya
sanığın bu durumda her hangi bir söz hakkı olmayacaktır.
TMK kapsamında görev yapan kolluk ve istihbarat elamanlarının
işlemesi muhtemel olan suçlar geçmişe bakıldığında bellidir. Genel olarak devlet memurlarının
işleyebileceği RÜŞVET İRTİKAP ve GÖREVİ KÖTÜYE KULLANMAK gibi genel suçlar ile İşkence , fena muamele ile adam öldürme
suçlarıdır. 15.maddede suç türü açısından
her hangi bir ayrım yapılmamıştır. Her türden suç yeter ki “BU GÖREVİN İFASINDAN DOĞDUĞU İDDİA EDİLSİN”
avukatlık ücretinin tümü devlet
tarafından ödenecektir.
TBMM İçişleri Komisyonu raporunda bu hüküm suçlular arasında
ayrım yapması nedeniyle Anayasanın eşitlik ilkesini zedelediği iddia edilmiş ve
bu düzenlemeye karşı çıkılmıştır. Oysa bu düzenleme bunun ötesinde anlamlar
taşımaktadır. Çünkü suç işleme kararı
olsun veya olmasın “ Bir kişiye bu
suçu işlediğin taktirde avukatlık
ücretinin hepsini ben ödeyeceğim demek” , fiil gerçekleşmişse azmettirme hükümlerine , fiil
gerçekleşmemişse TCK - 214’deki suç
işlemeye tahrik hükümlerine göre
ceza sorumluluğu doğurabilecek bir davranıştır. Oysa aynısını yasa ,hükmü ile kolluk
görevlisine yapmakta ve “ Bir suç işlersen elimden geleni yapıp seni
kurtaracağım” demektedir.
Bu sadece sanığa bir
mesaj değil, asıl olarak bağımsız yargıya
yasa yoluyla verilmiş bir ültimatom gibidir. Dehşet verici olan asıl budur. Devletin tüm gücü ile sanığın arkasında
olduğu bir yargılamadan ise adil bir
sonuç ve adalet beklenemez. Kolluk görevlilerinin görev sırasında
işledikleri işkence ve fena muamele gibi suçlarla ilgili olarak , açılan soruşturma ve davaların çoğunun sonuçsuz kalması (yargısız infaz-iskence vs) etkin soruşturma
yürütülmemesi nedeniyle , Türkiye’nin AİHM’den aldığı onca mahkumiyet kararı
da tesadüf değildir.
SONUÇ;
Türkiye 2001 Anayasa değişiklikleri ile başlayan süreçte, 2005 yılı sonunda kadar demokratikleşme ve
insan haklarına uyum adına temel bütün yasalarını değiştirdi. Türk Ceza Kanunu yenilenirken de, 3713 sayılı yasanın uygulamasında çıkan
ortaya ağır hak ihlalleri nedeniyle, bu yasanın bütünüyle uygulamadan
kaldırılması iradesi ile bu türden suçlardan doğabilecek cezalar ağırlaştırıldı
ve ceza sorumluluk sınırları genişletildi. Ancak TCK’ nın yürürlüğe girmesinden
hemen sonra, TMK tartışmaları yeniden başlatıldı. Bu dönemdeki ilk tartışmalarda 3713 sayılı
yasanın diriltilmesi gibi bir amaç yoktu.
Daha çok İngiltere örneğinden yola çıkılarak, suç işlenmeden önceki safha da , suç işlemesi muhtemel olan şahıslara alınacak
yönelik bir takım tedbirlere (idari veya adli) ağırlık veren yeni bir yasa hazırlamaktı. Bu yüzden 2005 yılında basına ilk yansıyan taslak
metinde , İngiltere örneğinden esinlendiği anlaşılan altında“ÖNLEME TEDBİRİ “ başlığı altında. 1-Kişinin
suç işlenmesinde kullanmaya elverişli bazı madde veya malzemenin edinilmesinin veya kullanılmasının
yasaklanması, 2-Kişinin, bölgesel veya yerel olarak, belirli bir zaman dilimi
içerisinde kalmak koşuluyla, bir yerleşim yerinde veya bir yerde bulunmasının
engellenmesi,(SÜRGÜN CEZASI) 3-Belirtilen gün ve zaman dilimi ile sınırlı olmak
koşuluyla yerleşim yerine
veya belli bir bölgeye giriş ve çıkışların kısıtlanması,4-Seyahatin
kısıtlanması,5-Kişinin sahip olduğu pasaport, sürücü belgesi ve buna benzer her
türlü ruhsat veya belgeye geçici olarak el konulması, 6-belirlenecek gün veya
saatlerde yerel kolluk makamlarına bilgi verilmesinin zorunlu tutulması hükümler yer almaktaydı.
Fakat daha sonra, Anayasa’ya aykırı olan bu hükümlerden vazgeçildi ve yeniden
3713 sayılı yasaya dönüldü. Anayasa
Mahkemesince iptal edilen hükümlerinde küçük değişiklikler yapılmak suretiyle
ve yasanın ilk halinden daha sorunlu bir
metin kamuoyuna sunuldu. “Fuhuş” suçunu dahi terör suçu olarak
gören bu metin üzerinde sadece küçük değişikliklerle metin Meclisten olduğu
gibi geçti.
1999 ve 2006 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine dair
toplam 205 karar vermiştir. Bu kararların 125’i yani % 61’i Türkiye aleyhindedir
2005 yılında verilen 50 ihlal kararının 39’u
, ( % 80’i) 2006 yılında verilen
62 ihlal kararından 35’i (yaklaşık % 57’si) Türkiye’ye aittir.[26]
Türkiye’nin AİHM önündeki mahkumiyet
kararlarının büyük bölümü, Terörle Mücadele Kanunu uygulaması nedeniyledir.
Terörle Mücadele Kanununun 16 yıllık
uygulaması, Türkiye’nin İnsan Hakları
karnesinin bir fotoğrafı gibidir. İfade
özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kişi güvenliği ve adil yargılanma hakkı gibi temel insan
hakları bu karnede hep zayıf olmuştur. Türkiye’nin
“terör” algılaması ile ulus üstü hukukun terör algılaması arasında ciddi bir
fark var olunduğu bilinmediği gibi Türkiye’nin ciddi bir insan hakları sorunu
olduğu da göz ardı edilmektedir. Kaldı
ki, bu sorun sadece ifade özgürlüğü,
örgütlenme özgürlüğü, adil yargılanma hakkı gibi temel haklarla da
ilgili değildir. Bu ülkenin faili
meçhul cinayetler gibi , “derin devlet “
uygulamaları gibi ciddi bir sorunu da vardır.
Türkiye’de şiddetin artması bu güne kadar özgürlüklerin üzerine fatura edilmiştir.
“ÖZGÜRLÜKLERİN” toplum güvenliğini
tehdit edip etmediği tartışması tabi ki yeni değildir. Ancak , “Avrupa
Birliğine gireceğiz “diye büyük bir hevesle tüm hukuk sistemini üç yıl içerisinde
değiştirip, üzerinden bir yıl geçmeden eskisinden daha beter bir Terörle
Mücadele Kanununu yürürlüğe sokan ilk ülke her halde Türkiye’dir.
“Herşeyin ölçüsü insandır.” diyen Yunan
düşünürü Protagoras ile “yasalar devlet için değil , özgürlüklerin
güvencesi için yani insan var olmalıdır, Yasaları idare eden yasalar da vardır.
Bu da insan hakları ve ahlak kurallarıdır.[27]”
Hukukun bütün tarifleri eksiktir.
Doğrusu şudur: Hukuk insanlıktır. [28] diyen Faruk Erem hoca aralarında asırlar olsa
da insanlığın ortak dili ile konuşmaktadır.
.
.
[1] Yargıtay Ceza Genel
Kurulu 2006/9-169
es.2006/184 k.s.kararı s.17
[2] Dönmezer/Erman-Nazari
ve Tatbiki ceza hukuku-1
[3] Dönmezer/Erman-Nazari
ve Tatbiki ceza hukuku-1
[4] Dönmezer- Kriminaloji s: 44
[5] Türk hukuk sistemi ülke sınırları içerisinde siyasi suç kavramını kabul etmemekle
birlikte, cumhuriyet tarihinin siyasi
suç ve suçlu üretme açısından bugünü
olduğu gibi geçmişi de çok parlak
değildir. Aslında Cumhuriyet tarihi bir anlamda siyasi davalar
tarihidir. Örneğin ; İstiklal
Mahkemeleri yargılamalarından bahsetmeden Cumhuriyetin kuruluş dönemini
anlatmak mümkün değildir. Terakkiperver C.Fırkası davalarından, Nazım Hikmet’in “donanma” davasından,
Turancılık davalarından, gazeteciler ve
yazarlar aleyhine açılan onlarca davadan , 1930 ve 1950 tevkifatlarından söz
etmeden,otuzlu kırklı ellili yılların
anlatılamayacağı gibi. 27 mayıs ,12 mart ve 12 Eylül yargılamaları
bilinmeden de altmışlı, yetmişli ve
seksenli yıllar asla anlaşılamaz.
Çünkü yalnızca 12 eylül
döneminde (1980-1984) yaklaşık 650.000. kişi gözaltına alındı. 210.000. siyasi
dava açıldı. 7.000 sanık hakkında idam cezası istendi. 517 sanığı idam cezası verildi. Askeri
Yargıtay 124 idam cezasını onayladı. Bu idam cezalarından 50 ‘si
infaz edildi. 71.000. Kişi 141-142 ve 163.maddeden 98.404. kişi
örgüt üyeliğinden (tck-168) yargılandı. 30.000.kişi sakıncalı olduğu
için işten çıkartıldı. 388.000. kişiye pasaport verilmedi. 14.000. kişi
yurttaşlıktan atıldı. 30.000. kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300
kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceyle öldüğü belgelendi. 937
film sakıncalı olduğu için yasaklandı. 23.677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3.854 öğretmen, 120 öğretim üyesi 47 hakimin işine son verildi. 400 gazeteci
için toplam 4.000 yıl hapis cezası istendi. 31 gazeteci cezaevine girdi.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. Cezaevlerinde toplam 299
kişi yaşamını yitirdi. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu.
95 kişi çatışmada öldü. 43 kişinin “intihar” ettiği bildirildi .(Rakamlar
Cumhuriyet gazetesinin 12. Eylül 2000 tarihli nüshasından alınmıştır)
[6] TMK hakkında ana muhalefet partisinin
görüşlerini en iyi yansıtan belge olarak ,
Adalet Komisyonu raporundaki
karşı oy yazısını gösterebiliriz..
Komisyonunun CHP’li üyeleri karşı
oy yazılarında ,Milli Siyaset belgesine uygun olarak, terörün “ irticai terör, bölücü terör, çıkar amaçlı terör, siyasi amaçlı terör
olarak ”
tanımlanması ve yasanında bu konsept üzerine oturması gerektiğini ,bu
yasanın” silahsız örgütleri” TMK kapsamına almadığını, irticai örgütler konusunda bir düzenleme içermediğini, terör konusunda önleyici kolluk hizmetlerini
eksik bıraktığını (önleyici kolluk
hizmetlerinden ne anlaşılması gerektiğine ilişkin ise hiçbir öneri yoktur) Basınla ve savunma ile ilgili hükümlerin ise titiz düzenlenmediğinden dolayı yasanın
bu haline katılmadıklarını ifade etmişlerdir. Görüldüğü gibi ana muhalefet
partisinin temel hak ve hürriyetler noktasında yasaya bir itirazı yoktur. İstem, daha sert bir yasadır. Burada çıkar
amaçlı çetelerin “TERÖR” kapsamına alınması talebi tabi ki ilginçtir .
Ancak daha da ilginç olan, “silahsız”
örgütlerinde terör örgütü kapsamına alınması görüşüdür…… Burada artık hukukun
dili tutulmakta, hukuk adına
söylenebilecek geride bir şey kalmamaktadır.
Çünkü bu görüş sadece 141-142 ve 163’ün
yeniden hortlatılması talebinin değil, asıl olarak Türkiye’nin” açık hava cezaevine “ çevrilmesi
arzusunun bir ifadesi gibi durmaktadır.
[7] Türkiye, 15.5.2003 tarihinde Strasburg’ta imzaya
açılan Tadil Protokolünü 10.10.2006 tarihinde Resmi Gazetede de yayınlayarak
onaylamıştır.
[8] Viyana' da 3 Mart 1980' de kabul edilen,
Nükleer Maddelerin Fiziki Korunması Hakkında Sözleşme'nin uygulama alanındaki
suçlar; Montreal'de 24 Şubat 1988'de akdedilen, Sivil Havacılığın Güvenliğine
Karşı , Roma' da 10 Mart 1988'
de akdedilen, Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine
Dair Sözleşme'nin uygulama alanındaki suçlar; Roma'da 10 Mart 1988'de akdedilen,
Kıta Sahanlığında Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Yasadışı
Eylemlerin Önlenmesine Dair Protokol'ün uygulama alanındaki suçlar;New York'ta
15 Aralık 1997'de kabul edilen, Terörist Bombalamalarının Önlenmesine İlişkin
Uluslararası Sözleşme'nin uygulama alanındaki suçlar
6 Türkiye’nin iki çekincesi daha vardır . İkincisi, “Sözleşmenin
2 inci maddesinin 1(b) paragrafında yer alan “niteliği veya kapsamı itibariyle,
bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir
eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını
gütmesi halinde, bir sivilin ya da bir silâhlı çatışma durumunda muhasemata
doğrudan katılmayan herhangi başka bir kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde
yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler” in uygulanmasının bir silahlı
çatışmanın varlığına işaret etmeyeceğini, silahlı çatışma tabirinin, örgütlü
bir biçimde olsun veya olmasın, ceza hukuku kapsamında terörizm suçunu
oluşturan fiillerin işlenmesinden farklı olan bir durumu betimlediğini” beyan
etmiştir. Üçüncüsü ise;
Sözleşmenin 21 inci maddesine göre; “İşbu Sözleşmenin hiçbir hükmü,
devletlerin ve kişilerin başta Birleşmiş Milletler Yasasının uluslararası
insancıl hukukun ve ilgili diğer sözleşmelerin amaçları olmak üzere,
devletlerin ve bireylerin uluslararası hukuktan kaynaklanan diğer hak,
yükümlülük ve sorumluluklarını etkilemez.”
Türkiye Sözleşmenin yukarıda
açıklanan 2 inci maddesinin 1(b) paragrafının, 21 inci maddede de ifade
edildiği üzere, devletlerin BM Şartı da dahil olmak üzere uluslararası hukuktan
kaynaklanan yükümlülüklerine, özellikle başka devletlerin topraklarında
faaliyet gösteren terörist ve silahlı gruplara finansal destek sağlamama
yükümlülüğüne zarar vermeyeceğini de beyan etmiştir.
[10], “amacı halkı ağır bir şekilde korkutarak veya bir
hükümet veya uluslararası bir kuruluşu
haksız bir şekilde zorlayarak bazı
davranışları yapmaya veya yapmamaya mecbur etmek veya bir ülke veya bir uluslararası
örgütün temel siyasi anayasal, ekonomik veya sosyal yapısının işleyişini ağır bir şekilde bozmak veya ortadan
kaldırmak olan fiiller, terör suçudur”. “Terör suçu”, Sözleşmeye ek olarak
verilmiş olan listede[10] sayılan Uluslararası
Sözleşmelerde belirtilen fiiller olarak anlaşılmaktadır (Sözleşme m. 1). Ek listede sözü geçen Sözleşmeler
ise “ 1970 tarihli uçak kaçırma sözleşmesi, 1971 tarihli sivil havacılığa karşı
Montreal Sözleşmesi, 1973 tarihli diplomatlara karşı işlenen suçların önlenmesi
hakkındaki Sözleşme, 1979 tarihli rehine
alma önlenmesi hakkındaki Sözleşme, 1980 tarihli nükleer maddelerin korunması hakkındaki
Sözleşme 1979 tarihli sivil hava alanlarının korunması hakkındaki Sözleşme, 1989 tarihli deniz yolculuklarının
güvenliği hakkında Sözleşme, 1988
tarihli sabit platformların korunması hakkındaki Roma Sözleşmesi, 1997
tarihli terrorist bombaların önlenmesi hakkında Sözleşme ve 1999 tarihli terörün finansmanının önlenmesi
hakkındaki Sözleşmedir”
[11] Prof.Dr. Feridun Yenisey-
(Bahçeşehir Üniversitesi) “Uluslarası
Terörün Önlenmesi için Avrupa Sözleşmesi hakkında” (Türk Hukuk Sitesinden
alınmıştır.)
[12] -Yargıtay Ceza Genel
Kurulu 1999/ 9-58 sayılı kararı.
[13] Aydın-Türkiye (42435/98-9
Mart 2004) Zarakolu-Türkiye (1-2-3) ( 37059/97 - 37061/97 37062/97 Karar Tarihi: 2 Ekim 2003)
6
. 1961 Anayasasına 136. maddesine 1699 sayılı Kanunla( 12 mart döneminde) DGM'lerin kurulacağı yönünde hüküm eklenmiş,
daha sonra 11.07.1973 tarihinde
yürürlüğe giren 1773 sayılı Kanunla da DGM'ler kurulmuştur Ancak bu serüven uzun soluklu olmamıştır.
Zira Anayasa Mahkemesi (“ AYM ”) 06.05.1975 tarihinde vermiş olduğu 35/126
sayılı kararı ile 1773 sayılı Kanunun tamamını usule ilişkin sebeplerle iptal
etmiştir. Bu iptal üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisince (“ TBMM ”) yeni bir
kanun teklifi hazırlanmışsa da, teklif kanunlaştırılamamış ve DGM'ler tekrar
kurulmamıştır. Ancak 1970 ‘li yıllar DGM
tartışmaları ile geçmiştir. Bu dönemde,
artan toplumsal muhalefet DGM ‘lerin kuruluşunu 1980’li yıllara
gelinceye kadar ertelenmiştir.
1982 Anayasası'nda n
sonra 143. Maddesine konulan DGM'lerin kurulması yönünde bir hüküm
uyarınca 2845 sayılı çıkartılmış ve
böylece DGM'ler Türk hukuk sistemine tekrar girmiştir. DGM'lerle ilgili bir diğer önemli gelişme
22.06.1999 tarihinde 4390 sayılı Kanunla askeri hakimin DGM bünyesinden
çıkarılmasıdır.
DGM'lerin yapısındaki
askeri hakim nedeniyle, AİHM bu mahkemelerin bağımsız ve tarafsız bir
görüntü vermediğini tespit etmiş, bu
mahkemelerde yapılan yargılanmalarda AİHS.6. maddenin yani Adil yargılanma
hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. .
Son olarak, Avrupa Birliği (“ AB ”) hedefi ve uyum paketleri
kapsamında ,1982 Anayasası'nın DGM'leri
düzenleyen 143. maddesi 2004 yazı başında yürürlükten kaldırılmış, bunu 5190
sayılı Kanunla DGM'lerin kaldırılması ve bunların yerine Özel yetkili Ağır Ceza
Mahkemelerinin kurulması
izlemiştir.
[15] Yasanın ilk halinde (16.md) tutukluluk ve infaz süresinin
bütününün tecrit altında geçirilmesi
öngörülmekteyken, F tipi cezaevlerinin
inşası ve “hayata dönüş” operasyonundan sonra tretman kurallarına uyulması
koşulu “ ile ortak alanlardan mahkumların yararlanabileceği düzenlemesi
getirilmiştir. Ancak buda F tipi
cezaevleri ve tecrit sorununu çözmemiş, bu infaz modelinin esasını teşkil eden
yalnızlaştırma uygulamasının mahkumlar
üzerinde ağır derecede psikolojik
arazlar ortaya çıkardığı görülmüştür Örneğin; Türkiye İnsan Hakları Vakfı 2006
raporuna göre TİHV ‘e başvuran ve F Tipi Cezaevlerinde kalan 404 mahkumdan 203’ü üzerinde yapılan
psikiatrik değerlendirmelere göre , mahkumların büyük bir çoğunda “travma
sonrası kronik stres bozukluğu, uyum
bozukluğu, depresif bozukluk,şizofreni, duygudurum bozukluğu,depresyon,panik bozukluğu,sosyal
anksiyete bozukluğu” gibi ağır ruhsal
tabloların ortaya çıktığı tespit edilmiştir.
CPT/ 2006 raporunda . F tipi infaz sistemini
açıkça eleştirmiştir. Bu cezaevlerinde 7 yıldan beri uygulanan ceza infaz
sistemine karşı devam eden ölüm orucu eylemlerinde ise
122 tutuklu ve hükümlü yaşamını yitirmiştir. Ölüm orucu eylemleri , Adalet Bakanlığının şubat ayı içerisinde yayınladığı bir
genelgede, gün içerisinde belli sayıda
mahkumun tretman koşuluna bağlı olmaksızın bir araya gelebilmesi için çalışma
başlatılacağını duyurması üzerine durmuştur.
"MADDE 3- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
302, 307, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 320 nci maddeleri ile 310 uncu
maddesinin birinci fıkrasında yazılı suçlar, terör suçlarıdır."
MADDE 3- 3713 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi başlığı ile
birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
"Terör amacı ile işlenen suçlar
MADDE 4- Aşağıdaki suçlar 1 inci maddede belirtilen amaçlar
doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir terör örgütünün faaliyeti
çerçevesinde işlendiği takdirde, terör suçu sayılır:
a) Türk Ceza Kanununun 79, 80, 81, 82, 84, 86, 87, 96, 106, 107, 108,
109, 112, 113, 114, 115, 116, 117, 118, 142, 148, 149, 151, 152, 170, 172, 173,
174, 185, 188, 199, 200, 202, 204, 210, 213, 214, 215, 223, 224, 243, 244, 265,
294, 300, 316, 317, 318 ve 319 uncu maddeleri ile 310 uncu maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan suçlar.. (Göçmen kaçakçılığı,adam öldürme,intihara
yönlendirme, Kasten yaralama, Eziyet, Tehdit, Şantaj, Cebir, Kişiyi
hürriyetinden yoksun kılma, Eğitim ve öğretimin engellenmesi, Kamu kurumu veya
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının faaliyetlerinin engellenmesi,
Siyasî hakların kullanılmasının engellenmesi, İnanç, düşünce ve kanaat
hürriyetinin kullanılmasını engelleme, Konut dokunulmazlığının ihlâli, İş ve
çalışma hürriyetinin ihlâli, Sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi,
Nitelikli hırsızlık, Yağma, Mala zarar verme, Genel güvenliğin kasten tehlikeye
sokulması, Radyasyon yayma, Atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme,
Tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi,
Zehirli madde katma, Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, Kıymetli
damgada sahtecilik,Para ve kıymetli damgaları yapmaya yarayan araçlar, Mühürde
sahtecilik, Resmî belgede sahtecilik, Resmî belge hükmünde belgeler, Halk
arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, Suç işlemeye tahrik, Suçu ve
suçluyu övme, Ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması, Kıt'a
sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit platformların işgali,
Bilişim sistemine girme, Sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya
değiştirme, Görevi yaptırmamak için direnme, Kaçmaya imkân sağlama, Suç için
anlaşma, Askerî komutanlıkların gasbı, Halkı askerlikten soğutma, Askerleri
itaatsizliğe teşvik)
[17] Dönmezer-Erman,
Ceza Hukuku II, s 593
[19] Özek Ç., Türk Basın
Hukuku, İstanbul 1978, 620-629).
[21]
Başvuruda
,Suçun işlenişine iştirak etmeyen basın ve yayın organları sahip ve yayın
sorumlularına getirilen adli para cezalarının tutarları çok yüksek olduğu,. Suç
ve cezada; eylem ve önlem arasında adil bir dengenin kurulmadığını ve amaç ile
araç orantısının gözetilmediğini, nitekim değiştirilen maddelerde öngörülen
para cezalarının; “Anayasa’nın 26. maddesindeki haber alma özgürlüğü ile 28.
maddesindeki basın özgürlüğüne aykırı” düştüğünü ve Anayasanın 13. maddesindeki
demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesiyle bağdaşmadığını ,
başvuruda suçun işlenişine katılmayan
basın-yayın organlarının sahipleri ve yayın sorumlularının başkasının eylemi
nedeniyle ceza sorumluluğu almasının, ‘ceza sorumluluğunun kişiselliği’
ilkesiyle bağdaşmadığı da ” vurgulanmıştır.
Sezer, “TCY uyarınca günlük adli para cezası tutarı göz önünde
bulundurulduğunda, suçun işlenişine iştiraki olmayan basın ve yayın
organlarının sahiplerine ve yayın sorumlularına verilecek cezanın çok yüksek
tutarlara ulaşabileceği görülecektir. Basın ve yayın organlarının sahipleri ile
yayın sorumlularına getirilen bu ağır yaptırım, basın ve yayın kuruluşlarında
tedirginlik yaratacağından, haber, düşünce ve kanaatlerin özgürce
yayımlanmasını engelleyecek niteliktedir” değerlendirmesini yaptı. TMY’nin 6. maddesinde getirilen “yayın
durdurma düzenlemesi “ ile ilgili olarakta, “Anayasayla sınırlandırılan
basın ve yayın organlarına yönelik yaptırımların yasayla genişletilmesine
olanak bulunmayacağını, yayın durdurma düzenlemesinin anayasada bulunmayan bir
yaptırımı içerdiğini bunun ise olanaksız olduğunu vurguladı ve .TMK .5 ve 6.maddelerinin iptalini
istedi.
[22] Komisyon Kararı Farrell/İngiltere,
11.12.1982, no.9013/80, DR 30, s.96
[23] Komisyon Kararı, Steward/İngiltere,
10.7.1984, no.10044/82, DR 39, s.162).” (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve
Uygulaması, Feyyaz Gölcüklü-A. Şeref Gözübüyük, Ankara 1994, s. 166
[24] Md 40/3. Taraf Devletler,
hakkında ceza yasasını ihlâl ettiği iddiası ileri sürülen, bununla itham edilen
ya da ihlâl ettiği kabul olunan çocuk bakımından, yalnızca ona uygulanabilir yasaların,
usullerin, onunla ilgili makam ve kuruluşların oluşturulmasını teşvik edecek ve
özellikle şu konularda çaba göstereceklerdir.
[25] Md .40/3-b) Uygun
bulunduğu ve istenilir olduğu takdirde, insan hakları ve yasal güvencelere tam
saygı gösterilmesi koşulu ile bu tür çocuklar için adli kovuşturma olmaksızın
önlemlerin alınması…….
[26] Doç.Dr.Zühtü
Arslan TCK md.301’in “öteki” hali”
başlıklı makalesi (Radikal gazetesi 17/3/2006 )
[27] Faruk
EREN Ceza Hukukunda Hümanist Doktrin sf. 36 )
[28] F.
EREM, Olağan Dışı Yargılamalar sf:18
Yorumlar
Yorum Gönder