ÜYELİK VE PROPAGANDA
8.2.2011 Av.Münip Ermiş
ÜYELİK;
Günlük kullanımda üyelik bir gerçek
kişinin ,bir tüzel kişilikle arasındaki “FORMAL” bir durumu ifade eder. Yani belli bir
merasim ve kırtasiye gerektiren bir şeydir.
Oysa “Terör meselesinde” “ÜYELİK HUKUKU” o güne kadar(yani polisin eline düştüğü an) kişinin
ilişkili olduğu veya sempatizanı olduğu siyasal hareketle olan bağını ifade
eden bir şey değildir. Burada üyelik
çoğu zaman kişinin sahip olduğu etnik/ kültürel kimlik, politik dünya görüşü, doğduğu memleket
yada günlük yaşam içerisinde girdiği
ilişkilerin “devlet katında “ nasıl bir
tehdit algılaması yarattığı ile ilgilidir. Ve burada “örgütsel aidiyet” çoğu zaman
mahkeme ilamıyla kurulur ve kişi örgüt
üyesi olduğunu çoğu zaman Mahkeme kararıyla öğrenir. Kısacası bir siyasal muhalifi, “terör örgütü
üyesi” olarak cezaevini götüren süreç daha yalındır. Daha az kırtasiye
gerektiren bir şeydir.
Önce polis düşüncesini iletir. Daha sonrada sanığa Mahkeme, emniyetin bu düşüncesine uygun
olarak “ SENİN FALAN ÖRGÜTÜN ÜYESİ
OLDUĞUNA KARAR VERDİM” der.
(Kişinin ne yaptığının hiçbir önemi yoktur. Bazen yasal bir basın
açıklamasına katılmak, bazen birini evinde misafir etmek, yada başbakana karşı pankartlı protesto gösterisi
yapmak, yada telefon numaranın yanlış
bir kişide” çıkması gibi, listeyi uzatmak mümkündür.)
MEVZUAT
765 Sayılı yasanın 141- 168 ve
146/2 maddeler , 1991 yılına kadar sosyalist ve devrimci gruplar aleyhine üyelikten
açılan davalarda doğrudan uygulanan yasa hükümleriydi. Kürt siyasal gruplarına
karşı ise 125.madde uygulanmaktaydı.
141/1 madde “sosyal bir sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde egemenliğini kurmaya veya
bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmaya veya ülkenin ekonomik ve sosyal düzenini
devirmeye “ yönelik örgütlenmeyi cezalandırıyordu.
Bu amaçla örgüt kurmak veya
kurulmuş bulunan örgütleri yönetmek 141/1 uyarınca 8 yıldan 15 yıla kadar
üyelik ise 141/5 uyarınca 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası getirmekteydi.
168/1 madde ise “mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırma
amaçlı olarak” silahlı örgüt kuran veya yönetenlerin 15 yıldan az olmamak
üzere , hapis cezası ile
cezalandırılacağını, 168/2 ise bu türden örgütlere üye olanların 10 yıldan 15
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağını öngörmekteydi.
Yine üyelikle ilgili uygulanan 146/3
madde ise çoğu zaman 168.madde ile karışmaktaydı. 146/1 madde” mevcut anayasal düzenin zorla değiştirmeye ” teşebbüs edenlerin
eyleminin idam cezası ile cezalandırılacağı öngörülmekteyken, (2004 yılında ağırlaştırılmış müebbete
dönüştürüldü) 146/3 madde bu suça FERAN yani yani 5237 sayılı yasaya göre
“YARDIM EDEN” sıfatı ile katılanlar hakkında 5 yıldan 15 yıla kadar hapis
cezası getiriyordu.
Yargıtay 9.Ceza Dairesi 168 - 146.madde ayrımında ,”eylemin elverişli olup, olmadığının ise genel ve soyut bir belirleme
dışında, eylemin işleniş şekli, zamanı ve diğer bütün şartları birlikte
değerlendirmek suretiyle saptamak gerekir. Mezkur eylemin, elverişli vasıta ve
icra başlangıcı yönünden yapılacak değerlendirilmesinde örgütsel bağlığı ve
ülke genelindeki organik bütünlüğü ve bu yönden taşıdığı vahamet derecesi ile
toplumdaki etkinliği suç niteliğinin tayininde önem taşımaktadır. Bu itibarla,
Anayasaya’yı cebren değiştirmek amacı yönünde olmakla beraber bu amaca ulaşma
tehlikesi doğurmaya yetersiz ve önemsiz eylemler TCK.nun 146 maddesi kapsamına
girmez.” Diyordu.(1987-739/2514)
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 10.12.1990 gün ve 1990/9-3017329 sayılı
kararında ise "Matuf fiil" kavramında öngörülen husus, maddede gösterilen amaca
yönelik ve sonucu oluşturmaya elverişli İcra hareketleridir. Eylemin, sonucu
elde etmeye elverişli olup olmadığının soyut ve genel bir belirleme dışında,
eylemin işlenme şekli, zamanı ve diğer somut özellikleriyle birlikte
değerlendirilmesi suretiyle saptanması gerekmektedir. Eylemin elverişli araçla
icra hareketi niteliğinde bulunup bulunmadığının değerlendirilmesinde ise ülke
genelindeki organik bütünlüğü, toplumdaki etkinliği, sanıkların örgütsel
bağlılığı göz önüne alınmalı ve suç niteliği buna göre belirlenmelidir. Bu
itibarla "Amaç" suç niteliğinde bulunan TCK.nun 125. maddesindeki
suçu işleme doğrultusunda olmakla beraber, bu sonuca ulaşma tehlikesi doğurmaya
yetersiz eylemler bu maddedeki suçu oluşturmazlar. Diyordu.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi 1992/297-467 s.kararında ise “TCK.nun 146.
maddesinde yer alan suç, bir tehlike suçudur. Adam öldürmeler, banka soygunları, bina kurşunlamaları, bomba atmak,
sabotaj yapmak gibi eylemler, münferid olaylar olarak devletin varlığı
ve rejimin işlerliği açısından başlı başına Anayasal düzenin yıkılması
tehlikesini doğuracak nitelikte fiiller olarak kabul edilmeyebilirse de, yasa dışı ve etkili bir örgüt
tarafından, belirli bir plan içinde uygulamaya koyulan ve muhtelif aşamalara
göre bir ihtilal malzemeci olarak sistemli ve örgütlü bir bağlantı içerisinde
organik bir bütünlük arzeden bu kabil eyleminin, TCK.nun 146/1.
maddesinin uygulanmasını gerektiren bir tehlike suçunu oluşturacağından kuşku
bulunmamaktadır.” Diyordu.
Sonuç olarak; “Amaç eylem” olarak görülen adam öldürme,banka soygunu,rehin alma, yağma,
kollukla girilen ciddi silahlı çatışma (ölüm ve yaralama ile sonuçlanan) gibi
eylemlere doğrudan katılanlar 146/1’den ,bu eylemlerin işlemlerin işlenmesine
iştirak eden örgüt üyeleri 146/3’den, aynı örgütün bu eylemlere katılmayan diğer üyeleri ise
konumlarına göre yönetici durumda kabul edilirse 168/1’den sadece üye kabul edilirse 168/3 maddeden hüküm giydiğini söylemek mümkündür.
Tabi ki Yargıtay’ın “araç –hazırlık” olarak kabul ettikleri diğer
eylemlerden ayrıca ceza verilebiliyordu.
146/1’den mahkumiyet halinde
ise tek bir ceza veriliyordu.
Yani örgütün işlediği “AMAÇ” veya “ARAÇ, HAZIRLIK” eylemlerinden dolayı ayrıca ceza verilmemekteydi.
KÜRT gruplarına
karşı ise buna koşut olarak yukarıda belirtilen “amaç eylem” olarak kabul edilen eylemleri doğrudan
işleyenler veya yönetenler hakkında 125.maddeden, “ARAÇ –HAZIRLIK” olarak kabul
edilen eylemleri işleyenler veya sadece örgüte üye olanlar hakkında ise
konumlarına göre 168/1 veya 168/ 3 uygulanmaktadır.
Yargıtay 9.Ceza Dairesi 141/5 ve 168/2
madde ayrımında ise “Sanığın mensubu olduğu örgütün 12 Eylül sonrası silahlı çete niteliğini
kaybettiğinden Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle mücadele Hakekat Daire
Başkanlığının dosya içerisindeki yazısından anlaşılmasına ve kamu davasının
kapsamına göre eylemine uyan TCK.nun 141/5. ve 6136 sayılı Kanun hükümleri
uyarınca cezalandırılması gerekirken sanıktan elde edilen silahların, örgüte
yeniden teşkilatlanmış silahlı çete vasfının kazandırdığının kanıtı sayılarak
yazılı şekilde tecziyesi kanuna aykırıdır” (1991/235-557) diyerek ÜYELİKTEN
ceza verilirken 141.madde- 168.madde getirdiği kıstas bütünüyle Emniyet Genel
Müdürlüğü raporlarına göre biçimleniyordu.
Bir sanığın mensup olduğu örgüt ülke genelinde silahlı olarak
örgütlendiği kabul edildiği takdirde, sanık 168/2.maddeden, eğer mensup olduğu
örgütün ülke genelinde silahlı olarak
örgütlendiği yolunda Emniyet Genel Müdürlüğü kanaat etmediği takdirde, sanık
hangi eylemi işlemiş olursa olsun 141.maddeden sorumlu tutulmaktaydı.
Tabiî ki işlediği diğer eylemden
ayrıca ceza verilecektir.
141.madde kaldırıldıktan sonra Yargıtay 9.Ceza Dairesi bu sefer örgütün
TMK.7’de mi, yoksa 168.madde faslına mı sokulacağı konusunda yine Emniyet Genel
Müdürlüğü görüşüne göre hareket edilmesi gerektiğini söylemeye başladı.
Ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesinden bahsedilecekse, kişinin kendi
işlediği kusurlu davranışından sorumlu tutulması gerekeceği tabidir. Ceza
hukukunun bir diğer ilkesi “KUSURLU DAVRANIŞIN” ceza yaptırıma bağlanmasıdır.
Hayatında eline hiç silah almamış , sadece bir basın açıklamasına
katılmış, yada bildiri dağıtmış bir kişiyi, Yargıtay 9. Ceza Dairesi
yıllarca Emniyetin raporuna göre SİLAHLI
ÇETE ÜYESİ olarak cezalandırmıştır.
TERÖRLE MÜCADELE KANUNU
1991 yılından yürürlüğe giren 3713 sayılı kanun TCK.141 ve 142 maddeleri
kaldırmıştır. Ancak bu sadece göstermelik bir değişiklik olarak
kalmıştır.
Çünkü bunun yerine
getirilen 7. madde düzenlemesinde “ 3 ve 4 üncü
maddelerle Türk Ceza Kanununun 168, 169, 171, 313, 314 ve 315 inci maddeleri
hükümleri saklı kalmak kaydıyla
bu Kanunun 1 inci maddesinin kapsamına giren örgütleri her ne nam altında
olursa olsun kuranlar veya bunların faaliyetlerini düzenleyenler veya
yönetenler beş yıldan on yıla kadar ağır hapis ve ikiyüzmilyon liradan beşyüzmilyon
liraya kadar ağır para cezası, bu örgütlere girenler üç yıldan beş yıla kadar
ağır hapis ve yüzmilyon liradan üçyüzmilyon liraya kadar ağır para cezası ile
cezalandırılırlar.” demek suretiyle
silahlı mücadeleyi esas almasa ve silahlı eylemi bulunmasa bile devlete tehdit
algılaması hissettiren her türlü siyasi yapıyı yok etme fırsatı yaratmıştır.
Bunun sonucu olarak hiçbir silahlı eylemi veya silahı
bulunmayan , sadece legal zeminde faaliyet
sürdürmeye çalışan siyasi yapılar ve örgütlenmelere bu madde uygulanmıştır.
2006 değişikliği ile bu madde kaldırılmış, yerine Terör
Örgütü üyelerinin doğrudan .TCK. 314’e göre cezalandırılacakları düzenlemesi
getirilmiştir.
YARGITAY 2005/2006
ÖNCESİ KİMLERİ ÖRGÜT ÜYESİ OLARAK KABUL ETMEKTEDİR
Yeni TCK.220 ve Yeni TMK yürürlüğe girmeden önce 168/3 ile yardım ve
yataklığa düzenleyen 169.madde uygulamasında , Yargıtay belli kıstaslar
getirmiş gözüküyordu..[1]
Bunlar;
- Süreklilik,
- Organik bağ,
- Eylemlerdeki yoğunluk,
olarak sayılmıştır.
Ancak bunlar kesin kıstaslar
olarak kabul etmekte yanlış olur. Bazen de sanığın Emniyetteki polise karşı
“incitici davranışları” da örgüt
üyeliğinin kanıtı olarak görülebiliyordu.[2]
Bazen de özgeçmiş raporunun örgütte bulunmasını [3] başka her hangi bir eylem
veya örgütsel bağ kanıtlanmasa bile silahlı örgüt üyesi olarak kabul ediyordu.
ÜYELİK VE YARDIM;
765 sayılı TCK. 169. madde ve Terörle Mücadele Kanunun 7/2.maddeleri ”
ÖRGÜTE YARDIM” fiillerin yaptırıma
bağlamakta iken , TCK.220/7 Örgüt
içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve
isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır.” Düzenlemesi
ile yardım-yataklık ortadan kaldırılmış, örgüte yardım olarak kabul
edilebilecek her türlü eylem örgüt üyeliğinden ceza almanın yolunu aşmıştır.
Yine
220/6 ”Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca
örgüte üye olmak suçundan dolayı cezalandırılır.” Düzenlemesi ile artık “örgüt üyeliği” kavramı belirsiz bir şekle dönüştürülmüştür.
Buna
benzer bir hüküm zaten TMK.2’de bulunmaktadır.
220/7
madde düzenlemesi karşısında TMK.2’ye zaten ihtiyaç yoktur.
Çünkü
TCK.314 madde 220.maddeye atıfta bulunmaktadır.
Sadece “fazla
mal göz çıkarmaz” kabilinden bu
düzenleme TMK’da tekrar edilmiştir.
TCK.220/7 ve TMK.2/2
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Mart/2008 kararından sonra netleşmiş,
artık bir örgütle yatay veya dikey bağ aranmaksızın 220/6 ve 7 uyarınca “ÖRGÜTE
YARDIM ETTİĞİ, VE ÖRGÜT ADINA EYLEM YAPTIĞI VARSAYILAN “ herkesi örgüt üyesi
olarak cezalandırmanın yolunu aşmıştır.
Bu tespitler ışığında baktığımızda, TMK.’nın 2.
maddesindeki “Birinci maddede belirlenen
amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar
doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek
başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu
olan kişi terör suçlusudur.” İfadesi
TCK. 220’nin genel mantığı ile bire bir örtüşmektedir.
Üstelik
buradaki “tek başına suç işleyen”
ifadesi, yalnızca silahlı veya şiddete
dayalı eylemleri değil, TMK.3 ve 4.maddesinde sayılan suçlar dışında, “örgütün
amacı doğrultusunda” işlenecek her türlü suçtan dolayı örgüt üyesi gibi
cezalandırmanın yolunu açmıştır. Eğer
Mahkeme bireysel olarak işlenen her hangi bir suçu “örgütün amaçları ile örtüştüğü” kanısına varırsa, sanığı hem örgüt üyeliğinden hemde eyleminden ayrı
ayrı cezalandıracaktır. Örneğin; dağıtılan bir bildiride hiç örgüt ismi geçmese
bile, bildiride ifade edilen görüşler örgütün siyasi düşüncesi ile “uyum”
gösterdiği takdirde (tabiî ki TCK ve Ceza
İçeren kanunlardaki her hangi bir hükmü ihlal etmek kaydıyla) örgüt üyesi sayılmak için yeterli
olabilecektir.
Buna ilave olarak “Amaçlanan suçu işlemese dahi” ifadesi ile TMK ve YTCK’nın “amaç suç” “sıradan suç” ayrımını pratikte bütünüyle
ortadan kaldırdığını da görmek gerekir.
Daha da ötesi
son fıkrada düzenlenmiştir. Burada “Terör
örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır
ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar.” denmiştir.
Yani örgüt mensubu sayılmak için örgütle her
hangi bir yatay veya dikey ilişkinin varlığı önemsizleştirilmiştir. “EYLEMİN
KENDİSİ” ile bu bağ rahatlıkla kurulabilecektir. Yani bir anlamıyla sadece
“eylem “ örgüt üyeliğinin kanıtı olarak
sunulabilecek,Yukarıda da belirtildiği gibi bu eylemin şiddet içeren bir eylem
olmasının (yani amaç eylem) gerekliliği de aranmayacaktır.
ANAYASA’YA
AYKIRILIK SORUNU
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçeli
kararında , Anayasa Mahkemesinin Mahkemesi'nin 31.03.1992 tarih ve £ 1991/18, K. 1992/20 sayılı kararında da
geçen” İncelenen kural uyarınca bir
kimsenin terör suçlusu sayılması, elbette”
terör örgütü mensubu olarak” örgütün amacı doğrultusunda bir suç
işlediğinin ya da böyle bir örgüte mensup olduğunun, bağımsız mahkemelerce
yapılan yargılama sonucu saptanmasına bağlıdır.” değerlendirmesini esas alarak, direnme kararı
vermişti.
Oysa Anayasa Mahkemesi TMK.2. maddenin Anayasa’ya aykırılık iddiası oy birliği ile
yerinde bulunmamıştır.
Daha da beteri
Anayasa Mahkemesinin ret gerekçesidir. Mahkeme anılan kararında aynen “ …….. Maddenin ikinci fıkrasına göre, terör
örgütüne mensup olmasa da örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır
ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar. Örgüt adına suç işlemekten söz
edildiğine göre suçun, örgütün bilgisi ve istemi içerisinde işlenmesi
gerekir. Sadece terör
örgütüne mensup olmanın suç sayılmasında suçun maddi öğesinin bulunmadığı
savına gelince: Suç işlemese de örgüt mensubu olmayı suç olarak nitelendiren
kural 7. maddedir. Bir örgüte girmenin suç sayılması, ceza hukukunda yeni
değildir. Örneğin, aynı kural kaldırılan 141. maddenin beşinci fıkrasında yer
almakta ve Türk Ceza Yasası’nın 168. maddesinin ikinci ve 313. maddesinin
birinci fıkralarında da benzer kurallara rastlanmaktadır. Bu düzenlemeler,
terör amaçlı örgütleri kurmanın ve bunlara katılmanın yaptırımsız kalmasını
önlemektedir.
İncelenen kural uyarınca bir kimsenin
terör suçlusu sayılması, elbette terör örgütü mensubu olarak örgütün amacı
doğrultusunda bir suç işlediğinin ya da böyle bir örgüte mensup olduğunun, bağımsız mahkemelerce yapılan yargılama
sonucu saptanmasına bağlıdır. Böyle bir nitelendirme temelde, yargı organının
mahkumiyet kararına dayanır. Kişi bu alandaki suçluluğu belirlendikten sonra
terör suçlusu sayılacaktır. Bu bakımdan Yasa’da “suçsuzluk karinesi”ne aykırı
bir düzenleme yoktur. Örgüt mensupları, başkalarının eylemi sebebiyle değil,
kendi isteğiyle böyle bir örgüte girdikleri için 7. madde gereğince
cezalandırılmakta ve bunun sonucu 2. madde uyarınca terör suçlusu
sayılmaktadırlar. Bu halde ceza sorumluluğunun kişisel olduğu ilkesi
çiğnenmemektedir.” Demektedir.
Mahkeme bir taraftan , “elbette terör örgütü mensubu
olarak örgütün amacı doğrultusunda bir suç işlediğinin” diyerek yatay veya dikey bir ilişki aramaktadır. Diğer taraftan ise bu
bağı bütünüyle ortadan kaldıran 2/2 ‘de her hangi bir Anayasaya’ aykırılık
görmemekte,bir önceki paragrafta yazılanlar adeta unutulmaktadır.
Hele 169 maddenin ortadan kaldırılması ile birlikte elinden
silahla yıllarca dağda gezenle, ona
evinde bir öğün yemek veren köylü
arasında hiçbir fark kalmamıştır.
Bu anlamıyla
Terörle Mücadele Kanunu ve TCK/220.maddenin ceza adaleti ile hukukla uzaktan ve
yakından hiçbir akrabalığı yoktur.
Meclisteki görüşmeler sırasında, bu bölüme muhalefet
tarafından her hangi bir itiraz gelmediği gibi özellikle Adalet Komisyonunun
CHP’li üyelerinin karşı oy yazılarına bakıldığında , talebin daha da ağır bir TMK olduğu görülecektir.
CHP’li üyeler karşı
oy yazılarında ,”Milli Siyaset belgesine uygun
olarak” terörün “ irticai terör, bölücü terör, çıkar amaçlı
terör, siyasi amaçlı terör olarak
” tanımlanması ve yasanında bu
konsept üzerine oturması gerektiğini ,bu yasanın” silahsız örgütleri” TMK
kapsamına almadığını, irticai örgütler
konusunda bir düzenleme
içermediğini, terör konusunda önleyici
kolluk hizmetlerini eksik bıraktığını (önleyici
kolluk hizmetlerinden ne anlaşılması gerektiğine ilişkin ise hiçbir öneri yoktur) Basınla ve savunma ile ilgili hükümlerin ise titiz düzenlenmediğinden dolayı yasanın
bu haline katılmadıklarını ifade etmişlerdir.
Görüldüğü gibi ana muhalefet partisinin temel hak ve
hürriyetler noktasında yasaya bir itirazı yoktur. İstem, daha sert bir yasadır. Burada çıkar
amaçlı çetelerin “TERÖR” kapsamına alınması talebi tabi ki ilginçtir .
Ancak daha da ilginç olan, “silahsız”
örgütlerinde terör örgütü kapsamına alınması görüşüdür… Burada artık hukukun
dili tutulmakta, hukuk adına
söylenebilecek geride bir şey kalmamaktadır.
Zaten 9. Ceza Dairesinin pratiğinde şüphelinin eyleminin hiçbir önemi
yoktur. 9. Ceza Dairesi bu bir “TEHLİKE
SUÇUDUR” gerekçesi ile eylemin niteliğine bakmaksızın önüne
gelen her dosyada 314.maddenin
uygulanması gerektiğini söylemeye başlamıştır.
[1] Sanığın eylemi,
babasının isteği üzerine Siirt'e gelen iki örgüt üyesiyle Halit'in evinde
görüşüp onları bir akrabasının evine götürmek ve daha sonra çağırdıklarında
okuldaki durum ve örgütsel faaliyetler hakkında bilgi vermek, bu konuda ve
gönderilen bildirilerle ilgili olarak pusula yazmaktan ibarettir. Tüm işlemler
dokuz günlük kısa bir süre içinde gerçekleşmiş ve sanığa kod adı da
verilmemiştir. Sanığın yasa dışı
örgüte kesintisiz, sürekli, uzun zaman devam eden bir yardımı olmamıştır. Kısa
bir zaman dilimi içindeki eylemleri; belli bir yoğunluğa ulaşmadığı, örgütle
organik bir bağ bulunmadığı, lojistik destek sağlanmadığı için yasa dışı örgüt
üyesi olmak suçunu oluşturmayıp, TCY.nın 169. maddesinde yazılı örgüt
mensuplarına hal ve sıfatlarını bilerek yardım suçunu oluşturmaktadır.
Bu nedenle direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.(Yargıtay 1995/9-306 //383 s.kararı)
[2] ……. Sanık
Aynur'un yakalanıp emniyete getirildiğinde hakkındaki suçlamayı dahi bilmeden
polislere "faşist köpekler" diye bağırdığı, Gözetildiğinde
sanıkların cezadan kurtulmaya ve kurtarmaya yönelik olduğu anlaşılan ve
inandırıcı nitelikte görülmeyen inkara yönelik anlatımlarına itibar etmeye
olanak yoktur (Yargıtay Ceza Genel Kurulu
1995/9-94//117 sayılı kararı)
[3] Bu bilgi ve belgeler bir
arada ele alınıp değerlendirildiğinde; çeşitli yargısal kararlarda vurgulandığı
üzere, özgür iradeyle "özgeçmiş raporu" verilmesi, sanığın silahlı
çeteyle organik bağ kurduğunun, çetenin vereceği görevleri yapmaya hazır
olduğunun en önemli kanıtlarından biri olduğu gibi, özgeçmiş raporu verenin,
henüz örgütle tanışmamış ancak onun düşüncelerini benimseyen ve amacı
doğrultusunda yardımlarda bulunan kişilerden ayrılmasını sağlayan kıstaslardan
da biridir. Örgüt tarafından kod adı verilmesi ise, sanığın silahlı çetenin
verdiği görevleri yerine getirdiğini gösteren bir ölçüttür.(Yargıtay CGK
2002/9-60)
Yorumlar
Yorum Gönder