HUKUKUN “OLAĞAN ÜSTÜ “SİYASAL HALLERİ
DENİZDE BULUNAN İNSAN
RÜZGARIN EMRİNE
TABİDİR.---Meksika atasözü
Av.Münip Ermiş
Marks, “kural ve düzen toplumun salt keyfilikten ve rastlantıdan kurtulup kendisini
kalıcı kılmasının bir biçimidir”. Der. Bunu doğrudan üretim süreci ile
ilişkilendirdikten sonra da, kuralın
belirli bir süreç sonunda önce gelenek ve görenek olarak ortaya çıkacağını
sonra yasa haline dönüşeceğini ve kutsallaşacağını
ifade eder.
Hukuk bu anlamıyla toplumsal ilişkilerin ve üretim sürecinin
dışında bir olgu değildir. Onunla birlikte var olan ve onunla birlikte
değişecek olan bir şeydir. Hatta onu takip eden bir şeydir.
Daha basitleştirmek gerekirse, hukuk
kurallarıyla toplumun değişmesi gibi bir durum olmaz. Toplumun değişmesi ile
kuralların ona ayak uydurması söz konusu olur. Belirleyici olan her zaman için
siyasal alandır.
Egemen ve iktidar ilişkilerinden
bağımsız onun dışında hukuk sadece
yanılsamadır. Aynı şekilde iktidar ilişkilerinden bağımsız bir
yargı/adalet tahayyülü liberal doktrinin getirdiği varsayımdan ibarettir.
Yargının siyasallaşmasından büyük
kötülük olarak bahsedilir; ancak yargının tam bir siyasal bir varlık olduğu, yargının içerisinden siyaseti çıkardığımızda, geride içi boşaltılmış Adliye binaları
dışında bir şey kalmayacağını da bilmemiz
gerekir..
Olağanüstü yargılama biçimi olan
siyasal yargılamalarda bunu daha fazla hissederiz. Egemen
için tehdit algısının , iktidarı
kaybetme korkusu ile başladığını, iktidarı mümkünse hiç bırakmamak, mümkün değilse de ,bunu mümkün olan en geç
tarihe erteleme arzusuna sahip olduğunu
biliriz.
Olağanüstü/siyasal mahkemelerde işte
bu siyasal ihtiyaca cevap vermek için kurulur.
Burada ilk akla gelen,” madem yargı siyasal bir varlıktır,”
siyasetin emrindedir, ülkenin diğer
mahkemeleri siyasal yargılama yapamaz mı ? sorusu tabi ki doğru bir sorudur..Ama cevabı “evet”
değildir…
Çünkü bunun birkaç sakıncası
ortaya çıkar..
Birincisi olağan kabul edilen
Mahkemelerin siyasal muhalifleri “normal
vatandaşlardan” ayıramama riski her zaman olacaktır. Bunların ihtisas /Uzman Mahkemeler olarak vasıflandırılması, hukuk uzmanlığı ile ilgili değildir. Çünkü
hukuk uzmanlığı dediğimiz şey , verdiği kararlarla hukuka doktiriner bir katkı sağlamak anlamına
gelir.[1] Bu yargı sistemi kadrolarının işi
sadece siyasal muhalifi “ normal
vatandaştan” ayırma olduğu için ,sadece siyasi polis ve Jandarma ile yakın ve samimi
bir işbirliğine ihtiyacı olur. Başka bir
şeye hiç ihtiyacı olmaz [2] Hele
hukuki bilgi ve tecrübe hiç gerekli değildir.(
Mümkünse hiç olmamalıdır.)
İkincisi ise ; siyasal
yargılamaların dağınıklığı iktidarı bu yargılamaların uzağına itme tehlikesini
içinde barındırır. Ülkenin her tarafında
yüzlerce Ceza Mahkemesinde yapılacak,
siyasal yargılamaları iktidarın takip etmesi de , kontrol etmesi de mümkün değildir. Bunun için bu yargılamalar
belli merkezlerde toplanır. Kısacası bu mahkemelerde şekli anlamda da hiçbir
şey tesadüflere bırakılmaz..
Bu mahkemelere ihtiyaç ise,
olağanüstü siyasal durumun ilanı ile
başlar. Carl Schmitt ; buna EGEMEN karar verir der..[3]
Egemen olağanüstü siyasal durum
ilanı için çok fazla ayrıntıya ve gerekçeye ihtiyaç olmaz. ”Devletin iç ve dış düşmanların arzu edilenden fazla sayıda artması”
ardından da“Ülkenin uçurumun kenarına
gelip dayanması ” gibi birkaç basit gerekçe yeterli olur. Ardından da , özel kanunlar ve özel kanunları uygulayacak
mahkemelere sıra gelir.
Türkiye’de bunun karşılığı
İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim, DGM ve Özel Yetkili Mahkeme süreci olmuştur. Dikkat edildiği takdirde olağanüstü
yargı geleneğinden Cumhuriyet tarihi boyunca asla vazgeçilmediğini görürüz..
Ceza Hukuku öğretisinde “Suç ve Ceza politikası” diye
kavramlaştırılan , yani
devletin/iktidarın suç ve cezayı
belirleme gücüne sahip olması meselesi de tamda bunu işaret eder. Özel Mahkemelerin kullandığı hukuk özel olduğu
gibi , algılamaları da özeldir. Siyasal
mücadele sonucu hukuk düzenine girmiş, masumiyet karinesi, şüpheden sanık
yararlanır “in dubio pro reo” ilkesi, silahların eşitliği gibi kazanımlar bir
anda ortada yok olur.
Bu işin usul hukuku ve ilkesel
boyutudur. Maddi ceza hukuku boyutu ise daha feci bir tablo sunar. Suç ve ceza dengesi tümüyle ortadan kalkar.. Kişinin ne yaptığının önemi yoktur. Siyasal
anlamına bakılır. Zaten bu suçlar bir nevi “tehlike” suçlarıdır. Kendisine ve
eylemin yapıldığı” an “değil eylemin
ileride doğması muhtemel siyasi
sonuçlarına bakılır. “Parasız eğitim
istiyorum” pankartı açtı diye 9 yıl , yasal basın açıklamasına katıldı diye 15
yıl, yüzüne poşu ile örttü diye 20 yıl hapis cezası verilmesinin nedeni budur.
Bazen bir şey yapmış olmakta
gerekmeyebilir.
Örneğin; günlük kullanımda üyelik
bir gerçek kişinin ,bir tüzel kişilikle arasındaki “FORMAL” bir durumu ifade eder. Yani belli
bir merasim ve kırtasiye gerektiren bir şeydir.
Oysa “Terör meselesinde” “ÜYELİK HUKUKU” o güne kadar(yani polisin eline düştüğü an) kişinin
ilişkili olduğu veya sempatizanı olduğu siyasal hareketle olan bağını ifade eden
bir şey değildir. Burada üyelik çoğu
zaman kişinin sahip olduğu etnik/ kültürel kimlik, politik dünya görüşü, doğduğu memleket
yada günlük yaşam içerisinde girdiği
ilişkilerin “devlet katında “ nasıl bir
tehdit algılaması yarattığı ile ilgilidir. Ve burada “örgütsel aidiyet” çoğu zaman özel
olarak bu işlerle bakmakla kurulmuş mahkemelerin ilamıyla kurulur ve kişide
örgüt üyesi olduğunu çoğu zaman bu mahkeme kararıyla öğrenir. Kısacası bir siyasal muhalifi, “terör örgütü
üyesi” olarak cezaevini götüren süreç daha yalındır. Daha az kırtasiye
gerektiren bir şeydir.
Önce polis düşüncesini iletir. Daha sonrada sanığa Mahkeme, emniyetin bu düşüncesine uygun
olarak “ SENİN FALAN ÖRGÜTÜN ÜYESİ
OLDUĞUNA KARAR VERDİM” der.
(Kişinin ne yaptığının hiçbir önemi yoktur. Bazen yasal bir basın
açıklamasına katılmak, bazen birini evinde misafir etmek, yada başbakana karşı pankartlı protesto gösterisi
yapmak, yada telefon numaranın yanlış bir kişide” çıkması gibi, listeyi uzatmak
mümkündür.)
Siyasal soruşturma ve
yargılamalarda siyasi kolluk her zaman başrol oyuncusudur.
Soruşturma öncesi istihbarat,
teknik takip, dinlemeler, yakalama ve gözaltı işlemleri,ev ve işyeri
aramaları kısacası bir soruşturma işleminde aklınıza gelebilecek her türlü işlemi polis/Jandarma
gerçekleştirir.
Kolluk her şeyden önce “ En
önemli belge” olan fezlekeyi hazırlar.. (Aslında fezlekenin usul hukukunda bir karşılığı yoktur…sadece özet
anlamına gelir..Ama soruşturmanın her şeyidir..Çünkü iddianame çoğu zaman fezlekeden kopyala/yapıştır
yöntemiyle ortaya çıkar..Bir nevi ileride düzenlenecek iddianamenin ta kendisidir. )
Bu yetmez gecenin bir yarısında ,
bırakalım soruşturma evrakını fezlekeyi
okumakta oldukça zahmetli bir iş olduğu için Savcının şüpheliye sorması gereken
soruları da hem dijital ortamda, hemde yazılı olarak hazırlar, soruşturma makamının hizmetine sunar..
Savcının yapması gereken tek şey
dijital ortamda bilgisayarına yüklenmiş soruları, karşısındaki vatandaşa sormak
ve vatandaşın ağzından çıkanı ise
tutanağa geçirmektir. Eğer tecrübeli ve işini bilen bir katibe sahipse ona da ihtiyaç kalmaz..
Bahsedilen sürecin sağlıklı yürümesi için savcının siyasi polisle
veya Jandarma ile yakın ve samimi bir
işbirliğine gerektirir. Geride zahmetli iş olarak ,tutuklama sevk yazısının
hazırlanması kalır. Burada da polis kimlerin tutuklanmaya sevkinin uygun, kimlerin serbest bırakılmasının uygun olacağını, saygılı bir dille soruşturma makamına iletir.
Yakın diyalog ve samimiyet sayesinde, birkaç dakikalık bir müzakere bu önemli
sürecin tamamlanması için yeterli olur.
Onlarca klasörü, yüzlerce sayfa
tutan dinleme tapelerini, birkaç saat
içerisinde ( ifade ve sorgu çıktıktan
sonra bu süre dahi kalmaz ) Savcıdan
ve yargıçtan okumasını ve değerlendirmesini beklemek hem savcıya/yargıca
haksızlıktır, daha önemlisi günler aylar
süren çalışmayla dosya hazırlayan ve emek sarf eden polise güven duymamak
anlamına gelir.
Bu durum hukuk adına fecaattir..Ama
işleri pratikleştirdiği de bir gerçektir.
Avukata ise bu
soruşturmalarda asla bir rol yoktur.. Zaten bu suçlarda 2003 yılına kadar soruşturma aşamasında avukatın her hangi bir
müdahalesi söz değildi.. İşkence sorgulama ve delil toplama yöntemi olarak olağan
bir uygulama olarak bu tarihe kadar
devam etmiş, avukatın karakola girmesinden sonra işkence nisbi olarak azalmıştı.
2003 değişiklikleri Avrupa
Birliği sürecinin zorlaması ile gerçeklemiştir. Avukatın siyasi suçlarda
soruşturmaya müdahil olması, ciddi bir huzursuzluk yarattığı kesindir. 2006
Terörle Mücadele Kanunu değişiklikleri ile birlikte 24 saat avukatla görüş
yasağı, müdafi sayısının sınırlanması,
dosyayla ilgili kısıtlama kararı
gibi düzenlemeler hemen arkasından gelmiştir.
Bu gün siyasi davalara giren 35 avukatın tutuklu
olarak cezaevinde bulunduğu düşünüldüğünde , tabloyu daha iyi anlarız.. Son
olarak ; 18 Ocaktaki operasyonda halen 9 ÇHD yöneticisi avukat
tutuklanmıştır. Sorguda sorulan sorular
ve tutuklama gerekçelerine baktığımızda Türkiye’deki durumu daha iyi anlarız..
- Şüphelilerin herhangi bir talebi
olmadan avukat olarak görev aldığı,,
- avukatlık görevini yaparken ve
atılı suçtan dolayı yakalanıp gözaltına alındığında açlık grevi ve
görevliye direnme gibi örgütsel tavır ve eylemlerde bulunduğu
- Örgüt üyeliği suçlamasına maruz
kalan ve örgütün bildirdiği avukatları tutmak istemeyen kişilerin örgütsel
tavır ve eylem çerçevesinde avukatlığını üstlenmek için girişimlerde
bulunduğu,
- bu kişileri savunması için barodan
atanan avukatlar hakkında polisin avukatı yakıştırması yaparak bir takım
delillerin ortaya çıkmasını ve açıklanmasını önlemeye çalıştığı,
·
barodan
avukat talep eden şüphelileri tehdit
ederek ifade vermemesine yönelik
faaliyette bulunduğu,
·
barodan
atanan avukatlar hakkında polisin avukatı yakıştırması yaparak bir takım
delillerin ortaya çıkmasını ve açıklanmasını önlemeye çalıştığı,
·
barodan özel
avukat talep eden şüphelileri baskı altına alarak şüphelilerin bu taleplerini
engellemeye çalıştığı,
Bu gerekçelerle tam dokuz avukat tutuklanmıştır…
Keyfilikte hiçbir zaman sınır olmaz. Tarih ise öğreticidir.
.
1793 yılında Fransa’da yine bir “İstisna Mahkemesi”
olan İhtilal Mahkemelerinde , yargılamaları “hızlandırmak “için Konvansiyon bir kararname ile bu mahkemelerde
avukatsız yargılama başlatmıştı.
Kararname öncesi, sadece Paris Mahkemesinde 11 ayda 1250 kişi idam
edilirken, kararnamenin kabulünden
sonraki 30 gün içerisinde ise
1380 kişi giyotinin yolunu tuttu. Yargılamadaki “ verimlilik ve hızlılık” 1793
Fransa’sında bu şekilde sağlanmıştı.
Avukatsız yargılama veya “terbiye edilmiş “avukatlık her zaman için iktidarların birinci
tercihi olmuştur.
Almanya’da 1970’li ve 80’li yıllarda yaşanan tablo bugün Türkiye’de
yaşanmaktadır. 1974 yılında RAF
davalarına giren avukatlar toplu olarak
gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Bu
davalarda Alman Devleti , devlet
tarafından tayin edilmeyen, sanığın kendi iradesi tayin ettiği avukatları sanıklar ile
suç ortağı olarak görüyordu..
1978 tarihli Hamburg Eyalet
Yüksek Mahkemesi kararındaki “yargının bağımsız bir organı olarak avukat
,hukukun gerçekleşmesine yardımcı olmalıdır. Bu yüzden avukat hakim ve savcının tarafında yer alır “ cümlesi siyasi davalarda avukata biçilen
rolü gösterir..[4]
Yukarıdaki örnekler , savunma üzerinde devam eden baskının ve
oluşturulmaya çalışılan terbiye edilmiş
avukatlık modelinin , 1970’lerde Almanya’da devam eden siyasal dava
pratiklerinden kopyalandığını bizlere göstermektedir.
Siyasal davaların görüldüğü
duruşma salonlarında adalet, masumiyet karinesi ,adil yargılanma
gibi
sözler sadece kubbede kalır.
Salonun içine ,yargıçların kulaklarına inmez. Siyasal dava askeri iş gibidir. Tartışılmaz sadece icra
edilir. Siyasal mücadelenin bir parçası
değilse, duruşma salonlarındaki soyut
adalet tartışmasının kimseye bir
faydası dokunmaz.
Sokrates baldıran zehiri ile ölüme mahkum edildikten sonra karısı
vedalaşmak üzere yanına gelir ”bu kötü
adamlar seni haksız yere öldürecekler” der ’ Sokrates’te karısına cevap
verir ‘Evet haksız yere öldürecekler ama haklı
yere öldürseler daha mı iyiydi’ der.
Hukuku siyasetten koparıp, siyasi
davaları kriminolojinin penceresinden
bakma önerisine kanmamak gerekir.
Haziran 2013 hakimler
kararnamesinde İstanbul’da 8 ay önce kurulan özel görevli Mahkemeye tayin
edilen hakimlerden ikisi emniyetle yeteri kadar işbirliği yapmadığı, teknik takip ve dinleme gibi emniyetten gelen talepleri kabul etmediği
için bu mahkemelerdeki görevlerinin sona erdiği basına yansımıştır.
CMK.250.madde ile görevli
Mahkemelerin haziran/2012 tarihinde varlıklarının sona ermesinin MİT krizi olduğunu unutmamak gerekir.
Dikkat edilirse, haksız
tutuklama, haksız arama, hukuka aykırı dinleme kararı, teknik takip kararı,
haksız gözaltı, işkence iddiaları nedeniyle görevden alınmış bir tek özel
yetkili hakim ve savcı yoktur.
Günümüzde “terör algısı” üzerinden şekillendirilen güvenlik eksenli politikalar, toplumsal
korkunun üretilmesine ve tüm topluma yayılması üzerine şekillenir. “ Toplumsal
korku” dediğimiz bu şeyde , genelde bir merkezden yönlendirilir. Korku” burada
bir araçtır, amaç siyasi alanın yeniden tanzim edilmesidir. Her türlü hak gasbı , her türlü
anti/demokratik uygulama güvenlik politikalarının faturası olarak kitlelere
dayatılmaktadır. Buna kanmamak gerekir.
Masumiyet ilkesini ,kanuni hâkim
ilkesini, doğal hâkim ilkesini, susma hakkını , adil yargılanma hakkını,
savunma hakkını kimseye kolayca teslim
etmemek durumundayız.
Hukuk alanında yapılmış
tarihsel mücadele, yüzlerce yıldır bu
kazanımların korunması üzerinde yükselmiştir.
[1] Türkiye’deki
siyasal davalarda, verilen mahkumiyet
kararlarının ile onama veya bozma kararlarının çoğu
gerekçesizdir. Hukuki tartışmaya ise rastlanmaz..
[2] 30 yıllık Sıkıyönetim, DGM ve Özel Yetkili Mahkeme
geleneğinin hukuka olan tek katkısı, (katkı
denirse )bu mahkemelerin verdiği kararlara karşı başvurularda, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin verdiği ihlal kararlarıdır.
[3] Siyasal ilahiyat..
Yorumlar
Yorum Gönder