HUKUK KRİZİ Mİ ? YARGI KRİZİ Mİ ?
Av.Münip
ERMİŞ
“Sadece kendi gölgelerini
görüyorlar,
Gölgeleri de yasaları.
Ve onlar için güneş,gölgeyi
yaratandan başka ne ki ?
Ve yasaları kabul etmek
,toprağa düşen gölgelerin izini
eğilip çizmekten başka ne ki?
Fakat siz yüzlerini güneşe
dönerek yürüyenler ,toprağa çizili
hangi imge sizi yolunuzda
alıkoyabilir
“Halil Cibran
Politik suçlardaki yargılamaları ceza
hukukunun genel mantığı içerisinde bir
yerlere oturtmanın ve onu yerleşmiş
kurallarla izaha çalışmanın ne derece güç ve paradoksal bir iş olduğunu hepimiz biliriz. Bu
paradoksal durum, günlük yaşamda oldukça sıradan kabul edilebilecek bir eylem
“siyasi amaçlarla” işlendiği
varsayıldığında, yargı cephesindeki antenlerin hassasiyetini birkaç kat daha
artırması olarak ilk kendini gösterir. Bu hassasiyetin arttığı oranda da
kanunilik, şahsilik ve suç-ceza dengesi gibi
ceza hukukunun sihirli kavramları önce silikleşir daha sonrada kaybolur
gider.” Ey adalet neredesin çabuk gel”
demenin de hiçbir kimseye faydası olmaz.
Çünkü yargı cephesinde önce
yürekler, sonra beyinler kepenklerini kapatır ve politik mahkumun “ ben ne yaptım ki” diyemeden yıllar sürecek cezaevi serüveni başlar.
Bu anlamıyla (Yargıtay
Ceza Genel Kurulunun Mart/2008’de verdiği kararla) taş attı ve gösteri yürüyüşüne katıldı diye
çocuklara verilen 20 -30 yıllık ağır
cezalar sürpriz olmamalıdır. Çünkü devletin
tepesindeki mutabakat bu hukuksal zemini 3 yıl önce yaratmıştır. Suç ve ceza
siyaseti dediğimiz şey tam da budur. Kaldı ki politik suçlarda, ceza hukuku
kavramlarının silikleştirmesi yeni bir şeyde değildir. Hele bizim hiç yabancısı
olduğumuz bir şey değildir. Zaten tarihsel süreçte, politik suçta yapılan
eylemin kendisine değil , çoğu zaman hangi amaçlarla işlendiğine bakılmış, cezanın
ağırlığı ve şiddetini de o belirlemiştir.
Politik yargılamalarda “sıkıntılı ve
devlet işi “ olduğu için çoğu
zaman “ceza hukuku teorisinin” ve “ceza hukukçularının” ilgi alanı dışında kalmıştır.
Bu yargılamalar bir hesaplaşma alanı olarak görülmüş, kanunilik, şahsilik ve suç - ceza dengesi gibi ilkeler mahkeme salonlarında çoğu zaman yer bulamamış
yada “duruşma inzibatını bozduğu için”
salon dışına atılmıştır.
Bu tespitten hareketle öncelikle Terörle Mücadele
Kanununun yada TCK’ nın “kötü uygulanması” gibi bir sorunun
olmadığını görmek gerekir. Aksine yasayı iyi okuduğumuz takdirde “iyi uygulanması”gibi ciddi bir sorunla
karşı karşıya olduğumuzu bilmek ilk adım olmalıdır.
Yine önemlidir. Elinizde 12 eylül hukukunda beter,
temel hak ve özgürlükleri bütünüyle ortadan kaldırmanın yolunu açan, her türlü
insancıl yorumun önünü kesen bir yasalar manzumesi varsa, siyasi mücadelenin tansiyonun düştüğü
dönemlerde bu belki fazla can yakmayabilir.
Ancak devletin tehdit ve güvenlik
algılamasının arttığı dönemlerde, çocuk yetişkin, suçlu suçsuz demeden ,önüne
geleni silip süpüreceği bir hukuksal zeminin içerisinde yaşayacağınızı da bilmeniz
gerekir.
YASA NE DİYOR.
Bilindiği gibi 2005 yılında TMK
tartışmaları başlarken ,Yeni TCK ve CMK ile birlikte , suçlunun korunduğu
,polis ve Jandarmanın yetkilerinin budandığı gibi söylemlerle , Yeni TCK
ve CMK’ nın “Terörle mücadeleyi zaafa uğrattığı” yönünde bir algılama toplumda yaygınlaştırıldı. Aslında sadece bu sorunla ilgili değil, İstanbul
gibi büyük merkezlerde artan adi suçluluğun tüm sorumluluğu da TCK ve CMK’ nın
sırtına yıkılmaya çalışılmıştır.
-Oysa, YTCK’ nın siyasi
suçlarda ve örgüt suçlarında cezaları hafiflettiği, CMK’ nın kolluğun ve
soruşturma makamının yetkilerini budadığı görüşü doğru değildi. Bunun da
ötesinde son yapılan TCK ve CMK değişiklikleri,
İnfaz kanunu hükümleri, “Dinleme yasası” gibi yasalarla 1 Haziran
öncesine göre hukuksal durum daha da ağırlaşmıştı.
-YTCK’da örgüt yöneticileri ,
azmettirmese bile örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen tüm suçlardan fail
olarak sorumlu tutulmuştu. Yani iştirak hali gerçekleşmese, hatta haberi dahi
olmasa bile örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen tüm suçlardan asli fail olarak
yargılanacaktı.. (TCK-220/5) İştirak
hükümlerinden ayrı olarak getirilen bu
özel sorumluluk türünün, suç ve cezaların şahsiliği ilkesini bütünüyle
kaldırdığı da belliydi.
- Yine örgüte yardım ve
yataklık fiili ile ilgili özel bir ceza sorumluluğu getiren 169.madde YTCK.’da
ayrı olarak düzenlenmemiş, bu fiilleri işleyenlerin örgüt üyesi gibi
cezalandırılacakları (220/7) hüküm altına alınmış,bir anlamda ceza artırılmıştı..
-Daha da ötesi YTCK. gerçek ictima kuralını
benimsemiş, Genel Kurul kararında belirtildiği gibi her suç için ayrı ceza
ilkesi kabul edilmişti. Bu sadece YTCK’da değil, 5275 sayılı İnfaz
Kanununun 99.maddesindeki “bir kişi hakkında hükmolunan her bir ceza
diğerinden bağımsızdır,varlıklarını ayrı ayrı
korurlar.” düzenleme ile de bunun altı bir kez daha çizilmişti.
Bu tespitler ışığında baktığımızda, TMK.’nın 2.
maddesindeki “Birinci maddede belirlenen
amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar
doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek
başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu
olan kişi terör suçlusudur.” İfadesi
TCK. 220’nin genel mantığı ile bire bir örtüşmektedir.
Üstelik
buradaki “tek başına suç işleyen”
ifadesi, yalnızca silahlı veya şiddete
dayalı eylemleri değil, TMK.3 ve 4.maddesinde sayılan suçlar dışında, “örgütün
amacı doğrultusunda” işlenecek her türlü suçtan dolayı örgüt üyesi gibi
cezalandırmanın yolunu açmıştır. Eğer
Mahkeme bireysel olarak işlenen her hangi bir suçu “örgütün amaçları ile örtüştüğü” kanısına varırsa, sanığı hem örgüt üyeliğinden hemde eyleminden ayrı
ayrı cezalandıracaktır. Örneğin; dağıtılan bir bildiride hiç örgüt ismi geçmese
bile, bildiride ifade edilen görüşler örgütün siyasi düşüncesi ile “uyum”
gösterdiği takdirde (tabiî ki TCK ve Ceza
İçeren kanunlardaki her hangi bir hükmü ihlal etmek kaydıyla) örgüt üyesi sayılmak için yeterli olabilecektir.
Buna ilave olarak “Amaçlanan suçu işlemese dahi” ifadesi ile TMK ve YTCK’nın “amaç suç” “sıradan suç” ayrımını pratikte bütünüyle
ortadan kaldırdığını da görmek gerekir.
Daha da ötesi
son fıkrada düzenlenmiştir. Burada “Terör
örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır
ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar.” denmiştir. Yani örgüt mensubu
sayılmak için örgütle her hangi bir yatay veya dikey ilişkinin varlığı
önemsizleştirilmiştir. “EYLEMİN KENDİSİ” ile bu bağ rahatlıkla
kurulabilecektir. Yani bir anlamıyla sadece “eylem “ örgüt üyeliğinin kanıtı olarak sunulabilecek,Yukarıda
da belirtildiği gibi bu eylemin şiddet içeren bir eylem olmasının (yani amaç
eylem) gerekliliği de aranmayacaktır.
ANAYASA’YA
AYKIRILIK SORUNU
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçeli
kararında , Anayasa Mahkemesinin Mahkemesi'nin 31.03.1992 tarih ve £ 1991/18, K. 1992/20 sayılı kararında da
geçen” İncelenen kural uyarınca bir
kimsenin terör suçlusu sayılması, elbette”
terör örgütü mensubu olarak” örgütün amacı doğrultusunda bir suç
işlediğinin ya da böyle bir örgüte mensup olduğunun, bağımsız mahkemelerce
yapılan yargılama sonucu saptanmasına bağlıdır.” değerlendirmesini esas alarak, direnme kararı
vermiştir.
Ancak unutulmamalıdır.
TMK.2. maddenin
Anayasa’ya aykırılık iddiası oy birliği ile yerinde bulunmamıştır.
Daha da beteri Anayasa Mahkemesinin ret gerekçesidir. Mahkeme
anılan kararında aynen “ …….. Maddenin
ikinci fıkrasına göre, terör örgütüne mensup olmasa da örgüt adına suç
işleyenler de terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar.
Örgüt adına suç işlemekten söz edildiğine göre suçun, örgütün bilgisi ve
istemi içerisinde işlenmesi gerekir. Sadece
terör örgütüne mensup olmanın suç sayılmasında suçun maddi öğesinin bulunmadığı
savına gelince: Suç işlemese de örgüt mensubu olmayı suç olarak nitelendiren
kural 7. maddedir. Bir örgüte girmenin suç sayılması, ceza hukukunda yeni değildir.
Örneğin, aynı kural kaldırılan 141. maddenin beşinci fıkrasında yer almakta ve
Türk Ceza Yasası’nın 168. maddesinin ikinci ve 313. maddesinin birinci
fıkralarında da benzer kurallara rastlanmaktadır. Bu düzenlemeler, terör amaçlı
örgütleri kurmanın ve bunlara katılmanın yaptırımsız kalmasını önlemektedir.
İncelenen kural uyarınca bir kimsenin
terör suçlusu sayılması, elbette terör örgütü mensubu olarak örgütün amacı
doğrultusunda bir suç işlediğinin ya da böyle bir örgüte mensup olduğunun, bağımsız mahkemelerce yapılan yargılama
sonucu saptanmasına bağlıdır. Böyle bir nitelendirme temelde, yargı organının
mahkumiyet kararına dayanır. Kişi bu alandaki suçluluğu belirlendikten sonra
terör suçlusu sayılacaktır. Bu bakımdan Yasa’da “suçsuzluk karinesi”ne aykırı
bir düzenleme yoktur. Örgüt mensupları, başkalarının eylemi sebebiyle değil,
kendi isteğiyle böyle bir örgüte girdikleri için 7. madde gereğince
cezalandırılmakta ve bunun sonucu 2. madde uyarınca terör suçlusu
sayılmaktadırlar. Bu halde ceza sorumluluğunun kişisel olduğu ilkesi
çiğnenmemektedir.” Demektedir.
Mahkeme bir taraftan , “elbette terör örgütü mensubu
olarak örgütün amacı doğrultusunda bir suç işlediğinin” diyerek yatay veya dikey bir ilişki aramaktadır. Diğer taraftan ise bu
bağı bütünüyle ortadan kaldıran 2/2 ‘de her hangi bir Anayasaya’ aykırılık
görmemekte,bir önceki paragrafta yazılanlar adeta unutulmaktadır.
Diğer bir ilginç not , “örgüt adına suç işlemekten söz
edildiğine göre” diyerek, yasama organının niyetinin “HAYRA YORULMASIDIR.”
Bu nedenle Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin son
derece iyiniyetli olarak, Anayasa Mahkemesi kararına müracatının , TCK/220 ve TMK/ 2 mağdurlarının yarasına
merhem olması güç gözükmektedir.
SUÇ VE CEZA DENGESİ
Terörün Önlenmesi Avrupa
Sözleşmesi ve Terör Finansmanın önlenmesine dair BM sözleşmeleri bu türden suçlara uluslar arası hukukun bir
bakış penceresidir. Bu sözleşmeler bu
türden suçların tespitinde taraf devletlere bir keyfiyet tanımamaktadır. Diğer bir anlatımla, taraf devletlerin
iç hukuklarında keyfi olarak bu suç
türlerini artırmalarının, uluslar arası hukuk açısından kabul görmeyeceğini bu
sözleşmeler bizlere söylemektedir.
Türkiye açısından bunun asıl önemi,
3713 sayılı yasanın 2 ve 3 maddelerinde sayılan suç türlerinden çoğunun
bu sözleşmelerde “TERÖR SUÇU” olarak sayılmamasıdır.
Bir başka ifade ile Türkiye ile Uluslararası hukuk arasında
hangi eylemin “terör “kabul edileceği konusunda ciddi olarak algılama farkı
bulunmaktadır. Gerçi yıllardan beri
uluslar arası arenada” uluslar arası
alanda terörün artık bir tanımı yapılsın ve işbirliği daha da artırılsın” söylemi bir tez olarak sürekli
tekrarlanmaktadır. Ancak, tez olarak
ileri sürülen bu arzunun bir gün gerçekleşmesi halinde , ortaya çıkabilecek
sonucun Türkiye’yi pek mutlu
edemeyebileceğini bu günden rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Belki de, “fuhuş”
suçunun terör suçu olmaktan çıkarılmasını şükrederek ( Çünkü
tasarının ilk halinde “fuhuş” terör suçuydu) daha fazla şikayet etmemek gerekir.
Sorun tabi ki bu kadar
basit değildir, çünkü bu suç türlerine öngörülen cezalar bu
yasa ile ½ oranında artırılmakta ve cezaların üst
sınırlarının aşılabileceği de kabul edilmektedir.
Bunun hukuki anlamı şudur .
Zaten ceza miktarları olağanüstü fazla olan bu suç türlerinde, ceza
üst sınırının da kaldırılması, her hangi bir ciddi eylem olmasa
dahi bir siyasi suçluya ömür boyu hapsetmenin yolunu açmıştır. Bundan sonra 30 – 40 yıllık bir hapis cezası
almak için her hangi bir silahlı eyleme katılmak, azmettirmek veya
yardım etmek artık şart değildir. Örgüte üye olmasa ve her hangi
bir silahlı eyleme karışmasa dahi , propaganda ve öğrenim özgürlüğünü
engellemek (Örneğin ; dersleri boykot) gibi basit suçları
işleyen bir sanık 20-30 yıllık hapis cezalarına çarptırılabilecektir.
Çünkü, 314 yollamasıyla 220.md.deki örgüt içerisinde her hangi
bir hiyerarşik yapıya dahil olmasa dahi örgüt adına eylem yapan kişi örgüt
üyesi gibi cezalandırılabilir düzenlemesi
ile, 5275 sayılı İnfaz Yasasının 107 maddesine göre,
TMK kapsamındaki bir suçta birden fazla süreli hapis cezasının
ictimasının 32 yıl üzerinden yapılacağı (koşullu salıverilmeden
yararlanılsa bile cezaevinde kalma süresi en az 24
yıldır) hükmü bunun yolunu açmıştır.
Yukarıda belirtildiği gibi 24 yıl
cezaevinde yatmak için, silahlı eylem yapmak veya şiddete bulaşmak şart
değildir. Çünkü, bu yasa olmasa dahi , örgüt adına silahlı
şiddet eylemlerine katılan bir eylemci zaten ömür boyu hapis cezası
alabilmekteydi.
Başka bir ifade ile
olağanüstü artırılan hapis cezaları ile yasanın hedef kitlesi de
değişmektedir, amacı da değişmektedir. Suç ve ceza dengesi yok edilerek
olağanüstü artırılan bu cezalarla, TMK’nın hedef kitlesinin silahlı örgüt
mensubu değil, baskıya karşı demokratik tepki gösterecek” herkes
“olduğunu rahatlıkla söylememiz mümkündür.
Ceza hukukunun genel mantığı içerisinde suç ve
ceza dengesi genellikle “VEHAMET” gibi sihirli bir kavram üzerine inşa
edilir. Bir eylemin suç olarak
tanımlanması kadar, ona getirilen yaptırımın şiddeti de suç ve ceza
politikasında en az onun kadar önemlidir.
Cezaların, fiilin
ağırlığı ile orantılı olması, hukukun genel kuralı olduğu kadar, ceza
sorumluluğunun şahsiliği kuralının da bir sonucudur. Ceza, işlenilen hukuka
aykırı bir fiilin yarattığı “zarar” veya “tehlikenin” karşılığı olarak
uygulanan bir müeyyide türü olduğuna göre, ceza ile fiilin yaratacağı “zarar”
veya “tehlikenin” ağırlığı arasında bir oran, uyumluluk bulunması zorunludur.
Ceza kanunları düzenlenirken, suçların “korunan hukuki değer”e göre
belirlenmesinin mantığı da budur. Suç teşkil eden hukuka aykırı fiilin
yarattığı “zarar veya tehlike” ile uyumlu olmayan bir
cezalandırma sistemi, “...devlet faaliyetinin esasını teşkil eden her türlü
manevi adalet kavramını bir yana bırakmak...” demektir. Böyle bir sistem, “ceza
adaleti” ilkesi ve “cezada bulunması gereken nitelikler” ile uyumsuzluk
yaratır. [1]
Burada uyumda yoktur, adalette
yoktur. TMK. ‘nın ardında yatan suç ve ceza politikasında, zarar ve tehlike ile
uyumlu bir ceza sisteminden ziyade, ilkel bir öç alma duygusu ile hareket
edildiği görülmektedir.
Yukarıdaki tüm açıklamalardan
hareketle, YCGK/2008 tarihli kararının , ceza hukukunun vazgeçilmezleri olan
kanunilik,şahsilik,belirlilik ve suç –ceza dengesi gibi ilkelere bütünüyle ters
olduğu tartışmasızdır. Ancak buna yol
açanın YCGK ‘nun kötü yorumu değil, TMK -TCK ve onun ardındaki irade olduğunu
öncelikle bilerek işe başlamamız ,
adresi bu anlamıyla doğru tespit etmemiz yararlı olacaktır.
Kürt sorununu demokratik ve
siyasi açılımlarla değil, yargı yoluyla çözme iradesi devam ettiği ve TMK ve TCK bu şekilde kaldığı sürece, ne
kadar iyi niyetli okunursa okunsun, ne
kadar iyi niyetli yorumlanırsa yorumlansın
Mahkeme salonlarından çıkacak
sonuç değişmeyecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder