Türk Ceza Kanunu Tasarısı İnceleme raporu
TCY.
TASARISI İNCELEME RAPORU :
GİRİŞ:
Halen yürürlükte olan 1.3.1926 tarihli
Türk Ceza Yasası, bilindiği kadarıyla bugüne değin 40 kez değişik tarihlerde
çıkarılan yasalarla değişikliğe uğramıştır. Bunun diğer bir anlamı aslında
mevcut yasamızın 40 kez sorguya çekilmesidir.
Yine bilindiği üzere halen yürürlükte
olan Türk Ceza Yasası 19.yüzyıl sonunda çıkarılmış 1889 tarihli İtalyan Ceza
Yasasından benimseme yoluyla alınmıştır. Diğer bir anlatımla bu yasa bitmiş ve
demokrasi tarihi sürecinde işlevini tamamlamış bir çağın özeti ve birikimidir.
Asla başlayan yeni yüzyılın ve çağın başlangıcı olmamış ve olamamıştır. Nitekim
bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler yaşanmasına karşın yasalarımız
ve bu arada Türk Ceza Yasası aynı hızda kendisini yenileyememiş, sürekli
yaşanılan çağın gerisinde kalmaya mahkum bırakılmıştır.
Bugüne değin hazırlanan Türk Ceza
Yasası tasarılarında,tasarıyı hazırlama görevi verilen komisyonlar, her nedense
çalışmalarını bir “gizlilik” içerisine yürütmüşler ve gizliliğe özel bir önem
vermişlerdir. Oysa batı toplumlarında tam aksine tasarı kamuoyuyla doğrudan
paylaşılmış ve hatta uluslararası toplantıların gündemine alınmış, bundan sonra
yasa çıkarılmıştır. İnceleme konumuz olan son taslakta da önceki tasarılarda
olduğu kadar olmasa da bir gizlilik göze çarpmaktadır. Gizlilik, kodifikasyon
tekniği ile bağdaşmayan ve daha çok totaliter rejimlerde var olan bir
özelliktir. Nitekim tasarının 2.maddesinde düzenlenen yasayı bilmemenin mazeret
sayılmayacağı ilkesi bağımsız bir hüküm olarak düzenlenmesine karşın her
nedense tasarının sınırlı bir toplum kesimiyle tartışmaya açılmasını çelişkili
ve düşündürücü olduğunu düşünüyoruz.
İyi bir ceza yasasının yapılmasına
öğretide oybirliği ile belirtildiği üzere suç ve ceza politikasının ilk olarak
belirlenmesi ve saptanmasıyla başlanmalıdır.
Doç.Dr.Sami Selçuk’un tanımlamasında
isabetle belirttiği üzere “Suç ve ceza politikası, suçluluk gibi hasta bir
olguyu bastırmak ve önlemek ve suçluyu
yeniden topluma kazandırmak amacıyla, belli bir ülkede, yasa koyucunun
kusur,suç ve cezaların yasallığı ve kesinliği,insan onuruna ve haklarına saygı
ilkeleri ışığında geliştirdiği ve örgütlediği,toplum ve bireyi koruyucu ve
insancıl yöntemlerin bütününü anlatan
bir tekniktir.”
Çağdaş suç
ve ceza politikasında cezaların ağırlaştırılmasından ziyade yerine getirmesine
daha özen gösterilmektedir. Bu nedenle yeni tasarının cezaların infazıyla
ilgili öngördüğü yeni düzenlemelerin (örneğin şartla salıverilme için çekilmesi
gereken asgari sürenin ½’den 2/3 oranına yükseltilmesi,keza mükerrirlerde
infazın ve şartla salıverilmenin farklı hükümlere tabi tutulması gibi
vs..) yerinde olmuştur.
Bu noktada hazırlanan yasa tasarısının
“dili” tasarının 2.maddesindeki genel ilkeye ters düşecek şekilde yaşayan ve
kullanılan öz türkçe olmaktan da uzaktır. Tasarıda mümkün oldukça öztürkçe
kullanılmaya özen gösterilmiş ise de, mevcut yasamızdaki bir çok osmanlıca
sözcükler varlığını korumuş ve tasarıya aynen geçmiştir.
Bu genel açıklamalardan sonra, tasarının bütünü üzerinde, mümkün
olduğunca analitik olarak yapmaya
çalıştığımız inceleme sonucu;
1)
Türk Ceza Yasası tasarısı, 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluş ve
İşleyişi Hakkındaki Yasanın ceza ve tedbirlerle ilgili kısımlarını yürürlükten
kaldırmış, buna karşın yasada mevcut diğer usule dair hükümleri aynen
korunmuştur. Bununla maddi ceza normlarının tek bir yasa çerçevesinde
toplanmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.
2)
Tasarının 62 ve 63 maddeleri hapis
ve hafif hapis cezalarının asgari ve azami sürelerini belirtmiş, ancak yasada
aksi belirtilmeyen hallerde kaydını aynen korumuştur. TCY. bilindiği gibi genel
bir yasadır. Sonradan TBMM tarafından çıkarılan herhangi bir özel yasada genel
yasa olan TCY.daki öngörülen genel sınırların üstünde yada altında bir ceza
süresi öngörülebileceği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu olanak TBMM’ye tanınmış
ise genel yasada cezaların tür ve tutarlarını düzenlemeye gerek de yoktur.
Tasarının genel gerekçesinde mevzuatımızda dağınık şekilde bulunan ceza hukukuyla
ilgili tüm hükümleri bir araya getirmek amacının tasarıyla sağlanmak istendiği
açıkça bildirilmesine karşın eleştirdiğimiz bu hükümlerin yeniden konulmasının
yanlış olduğu tespitinin yapılması gerekir.
3) Tasarı para
cezalarının ödenmemesi halinde hapse çevrileceği ilkesini aynen korumuştur. 647
sayılı yasada yıllar önce bunun yerine çalışma esası öngörülmüş idi. İşsizliğin
zaten yoğun olduğu ülkemizde birde suç işlemiş kişiye iş bulmak ve vermek ayrı
sorun olarak karşımıza çıkmıştı. Bu nedenle sonradan bu uygulama ve
düzenlemeden tekrar hapse tahvil uygulamasına dönülmüştür.
S
Para cezasıyla doğrudan etkilenecek olan,
öncelikle bu parayı ödeme gücü olmayan yoksullardır. Zengin olan para cezasını derhal ödeyecektir.
Ancak fakir olan ödemekte güçlük çekecek yada hiç ödeyemeyecektir. Dolayısıyla
cezaevine girecek. Bilindiği üzere yıllar önce İtalyan Anayasa Mahkemesi
İtalyan infaz yasasındaki benzer hükmü, tahsil edilemeyen ve ödenmeyen ve de
infaz edilemeyen para cezalarının hapse dönüştürülmesini eşitlik kuralına ve
dolayısıyla anayasaya aykırı bulup hükmü iptal etmişti. Bunun üzerine tekrar
çalışma esasına dönülmüştür. Bu nedenle uygulaması olanaklı, insan onurunu
incitmeyen,makul ve çağdaş yeni yaptırımlar
düzenlenmesi çağdaş suç ve ceza politikası ilkeleri ile daha uyumlu
olacaktır. Esasen para cezasını infaz etmek yada infaz etmemek
başka şey, ödenmeyen para cezasının hapse çevrilmesi ise başka şeydir.
Bu konuyla
ilgili olarak mevcut TCY.dan farklı olarak kısa süreli özgürlüğü bağlayıcı
cezanın tanımı ve dolayısıyla süresi genişletilmiştir. Ceza adaleti açısından
olumludur ve hapis cezasından kaçmak amacına yöneliktir. Diğer taraftan hapis
cezasından kaçmanın yegane çaresi olarak cezanın paraya çevrilmesinin
öngörülmesi de kendi içinde bir çelişkidir. Zira; para cezası ödenmediğinde
tekrar kaçmak istediğimiz olguyla (yani hapisle) karşı karşıyayız. Bunun bir çelişki olduğunun tespitinin
yapılması gerekir.
Öte yandan tasarıyla öngörülen para
cezalarının çok yüksek olmasının bir sakıncası da şudur. Örneğin bir yasa
hükmünde 2 ay hapis ve 10 milyar lira ağır para cezası öngörülmüş olsun. Para
cezası ödenmediği takdirde tasarının 71 maddesine göre hapsin günlüğü 40
milyondan hapse çevrilecek,sonuçta 250 gün hapis cezası karşımıza çıkacaktır.
Dolayısıyla bu kişinin işlediği suçun yasada öngörülen cezasına otomatik olarak
yasadan farklı ve hatta asıl olarak öngörülen özgürlüğü bağlayıcı cezadan daha
fazla ceza eklenmesi sonucunu doğuracaktır. Dolayısıyla cezalar arasındaki uyum
ve uygunluk da yok olacaktır.
4) Öte yandan;
tasarıyla tam ceza ehliyetinin başlangıcı (18 yaşın ikmali) aynen korunmuştur.
Anayasaya göre 30 yaş ikmal edilmedikçe milletvekili seçilme hakkı bulunmadığı
öngörülmüş iken, tam ceza ehliyetinin başlangıcının 18 olarak öngörülmesi,
özellikle siyasi suç diyebileceğimiz fiiller yönünden bir çelişkidir. Batıdaki
bir çok ülkede tam ceza ehliyetinin başlangıcı olarak 21 yada 22 yaş
öngörüldüğü dikkate alınırsa başlangıçta belirtildiği gibi söylenen ve amaçlanan
suç ve ceza politikasıyla uygun bir düzenleme olmadığı sonucunu çıkarmak
mümkündür.
S-4
5) Keza tasarının özel bölümünde bir
çok suçta “nitelikli hal” olarak yapılan isimlendirme de uygun düşmemektedir. Çünkü NİTELİK “bir objenin
kendine özgü özelliklerinin bütününü ve diğer objelerden farklılığını ” anlatan
bir kavramdır. Tasarıda bu kavramın
kullanıma nedeni ise “SUÇUN
AĞIRLAŞTIRILMIŞ BİR TÜRÜNÜ” düzenleme kastıdır. Kavram, anlatılmak isteneni
karşılamamaktan uzaktır.
6)“CİNSEL
BÜTÜNLÜĞE KARŞI” işlenen suçlarından tek mağdur bireydir. Bu
bölümdeki
suçların “TOPLUMA KARŞI” işlenen suçlar bölümünde yer alması, korunan hukuki yararda önceliğin “TOPLUM
ÇIKARLARINA “ verildiği anlamını çıkarmaktadır.
“EDEP TÖRELERİ İFADESİ “ de zaten bu maksadı pekiştirmektedir. Hukuk
normları , toplumun geçmişini değil, geleceğini düzenler. “EDEP, NAMUS “ gibi
günden güne, insandan insana, bölgeden bölgeye değişen değer yargılarının, kavram olarak, hukuk normları içerisinde yer alması, hele bu
yargıların cinsellikle birleştirilmesi,
bilimin akıl almaz bir hızla geliştiği, buna koşut olarak toplumsal
algılamalarında değiştiği bir dünyada, HUKUKU; birey haklarını üstün tutan bir
anlayışın değil, geçmişteki toplumsal ilişkiler ve alışkanlıkların
şekillendirdiği anlamını çıkacaktır.
Bu anlamda, Ceza
Normlarında günümüzün ve geleceğimizin
değerlerinin korunmasına öncelik vermeli,
“CİNSİYET AYRIMINI” çağrıştıracak her türlü kavramdan uzak durulmalıdır.
Bu nedenle
“CİNSEL BÜTÜNLÜĞE” karşı işlenen suçlarda , korunması gereken temel hukuki
yararın “KİŞİNİN BEDEN BÜTÜNLÜĞÜ” olduğu kabul edilerek, bu tür suçların
“KİŞİYE KARŞI İŞLENEN “ suçlar bölümüne alınması, çağdaş hukuka doğru atılmış
olumlu bir adım olacaktır.
7)
Tasarı ceza hukukunda yeni bir kavram olan “TÜZEL KİŞİLERİN CEZAİ EHLİYETİ”
kavramını Türk Hukukuna sokmuştur.
Jenosit ve
İnsanlığa karşı suçları düzenleyen 128-129 ve 130.maddelerinde, İş ve çalışma
hürriyetinin ihlalini düzenleyen 167.maddede,Düşünce açıklama ve yayma hürriyetinin
düzenlendiği 168.maddede ,İnsan üzerinde deneyin düzenlendiği 169.maddede,
Ayrımcılığın düzenlendiği 170.maddede,Kanuna aykırı kişisel verilerin
düzenlendiği 197.maddede,Fişliklerin düzenlendiği 200.maddede, dolandırıcılığın
düzenlendiği 219 ve 220.maddelerde,sigortadan haksız yararlanmanın
düzenlendiği 239.maddede ,İnşaat
sanatının kurallarına aykırılığın düzenlendiği 244.maddede, İşaret ve engel
koymama suçunun düzenlendiği 246.maddede,
S-5
Kamunun sağlığına
karşı suçlar bölümünün düzenlendiği 248 ila 263.maddeler arasında düzenlenen
suçlarda, Ekonomi,sanayi ve ticarete ilişkin suçların düzenlendiği 337
ila-345.maddeler arasındaki suçlarda Bilişim alanında suçların düzenlendiği 346
ila 351.maddelerde düzenlenen suçlarda, Kamu hizmeti ve görevlerine karşı
suçların suçların düzenlendiği 400 ila 425 maddeler arasında düzenlenen
suçlarda , soruşturmanın gizliliğinin ihlal suçunun düzenlendiği 474.maddede
tanımını bulan tüm suçlarda Tüzel kişilerinde cezai sorumluluk altına sokulmuştur.
25 ve
26.maddelerde tüzel kişilerin cezai sorumluluk sınırları çizilmiştir.
25.maddede”
“Özel hukuk Tüzel
kişileri ,kanunun ayrıca belirttiği hallerde ,organ veya temsilcilerinin tüzel
kişi yararına işledikleri suçlardan sorumludur. Bu sorumluluk ,fiili işleyen
kimsenin suçunu
ortadan kaldırmaz
“ düzenlemesi getirilmiştir.
26.maddede
getirilen düzenlemede ise uygulanabilecek cezalar belirtilmiştir.
Bunlar ;1- Para
cezası 2-Müsadere veya mülkiyetin devlete geçmesi, 3-Çalışmadan yasaklama cezası,
4- Çalışmanın Mahkemenin atayacağı DENETÇİLERİN KONROLÜ altında veya
YÖNETİCİLERİN ELİYLE YAPILMASI ‘dır.(5 yılı geçmemek koşulu ile)
Öncelikle,
Müsadere veya mülkiyetin devlete geçmesi cezasının hukuki sonuçları yönünden, düzenleme bir farklılık yaratmamaktadır.
Yürürlükteki yasaya göre zaten, suçta
kullanılan araç , mülkiyeti kime ait olursa olsun müsadereye konu olacaktır. Bu
nedenle bunun özel olarak belirtilmesi için bir hukuki ihtiyaç bulunmamaktadır.
Burada
çıkabilecek hukuki sorunların başında para cezalarının infazı gelmektedir.
Çünkü, Tüzel
kişilere hükmedilen para cezaları için özel bir düzenleme getirilmemiştir. 71.maddeye göre para cezaları ödenmediği
takdirde 5.fıkra gereği günlüğü 40 milyon liradan hapis cezasına dönüştürmesi
gerekecektir. Tüzel kişilere hürriyeti bağlayıcı ceza söz konusu olamayacağına
göre, HAKİM yalnızca 2.fıkra uyarınca
para cezasının 6183 sayılı yasa hükümlerine göre mi tahsiline karar verecek,
yoksa bu para cezası ödenmediği için davada mahkum edilen şirket yetkilisi
yönünden 5. fıkra uyarınca para cezası hapis cezasına mı dönüşecektir. Bu tümden belirsizdir.
Burada asıl
hukuki sorun yalnızca hapis cezasının öngörüldüğü durumlarda, Tüzel kişilerin
cezai sorumluluklarında ortaya çıkmaktadır. Tasarı bu gibi hallerde ,
çalışmadan yasaklama veya çalışmanın yöneticiler yada denetçiler eliyle
yürütülmesini karar verilebileceğini öngörmektedir.
Tüzel kişilerin ceza ehliyetini
tartışmadan önce, Türk Hukuk sisteminde
ÖZEL HUKUK TÜZEL KİŞİLERİNİN HUKUKSAL DURUMUNUN TESPİT EDİLMESİ GEREKİR.
S-6
Medeni Yasada
sayılan özel hukuk tüzel kişileri
DERNEKLER ve VAKIFLAR’ dır. Bu kurumların ayrıca kendilerine ait özel
yasaları da bulunmaktadır.
Ticaret kanununda
sayılan , tüzel kişilikler ise limited,
anonim gibi TİCARET ŞİRKETLERİDİR.
Ayrıca özel yasaları bulunan , KOOPERATİFLER, İŞÇİ SENDİKALARI, MEMUR
SENDİKALARI, SİYASİ PARTİLER gibi
kuruluşlarda, Türk Hukukuna göre ÖZEL HUKUK TÜZEL KİŞİSİ statüsündedir.
Tüm bu
kuruluşların, kuruluş amaçları, faaliyetleri,
organları, organlarının seçim yöntemi, fesihleri, fesihleri halinde doğacak hukuki sonuçlar
özel yasalarında açıkça düzenlenmiştir.
Diğer taraftan
tüm bu özel yasalar Türk Hukuk sisteminin temelini teşkil ettiğinin de
tespitinin yapılması gerekir.
ÇALIŞMADAN MEN KARARININ VEYA
YÖNETİCİ ATAMASI YOLUYLA ÇALIŞMANIN SÜRDÜRÜLMESİ kararının hukuki sonuçlarını tartışırken, tüm
bu özel yasalarda getirilen düzenlemeler ışığında konunun hukuki boyutlarını
ortaya koymamız gerekir.
A-TİCARET KANUNU
AÇISINDAN:
Ticaret kanunu
Türk Hukuk Sistemindeki temel kanunlardan biridir. Ticaret Kanununda
sayılan özel hukuk tüzel kişileri
TİCARET ŞİRKETLERİ başlığı altında düzenlenmiştir. Bunlar 1- Kollektif
Şirketler 2-Komantit Şirketler 3-Anonim Şirketler 4-Limited şirketler olarak tanımlanmıştır.
Ticaret Kanununda
sayılan bu tüzel kişiliklerin, ortaklık ve sermaye yapıları, yönetim biçimleri,
tasfiyesi, yönetim ve temsil organları birbirinden tümden farklıdır.
Öncelikle
getirilen düzenlemenin hukuksal anlamda, Ticaret Kanununun tüm sistematiğini
alt üst ettiğinin tespitinin yapılması gerekir.
Aşağıdaki birkaç
sorunun , düzenlemedeki hukuki garipliği ortaya çıkaracağına inanıyoruz.
aa- Yönetici ataması yapılmadığı takdirde, Tüzel Kişilerin özel
hukuktan doğan ilişkileri, yani alacak borç ilişkileri nasıl düzenlenecektir. .
Örneğin; yasaklama kararı verilen bir tüzel kişiden alacaklı kimi muhatap
alacaktır ?
Daha ötesi, Vergi
Usul Kanunu, Ticaret kanunu veya Borçlar Kanunundan doğan hak ve yükümlülükler
nasıl düzenlenecektir?
S-7
bb- Yönetici ataması yapıldığı durumlarda, bu yöneticiler
Ticaret Kanunu ve Medeni Kanundaki kayyımlar gibi mi hareket edecektir?
Denetçilerin ve
yöneticilerin hesap ve işlemlerini nasıl
ve kim denetlenecektir?
cc-Şirketin kötü yönetilmesi durumunda, yönetici ve
denetçilerin hukuki ve cezai sorumlulukları ne olacaktır? Şirket kötü
yönetilmesi nedeniyle, iflas ederse,
devlet sorumlu olacak mıdır?
dd-Şirket denetçileri ve
yöneticileri hesap ve bilançolarını hangi makama sunacaktır. Eğer
Mahkumiyetin verildiği Ceza Mahkemesine sunacaklarsa, Ceza Mahkemesi hesap ve
bilançoların usulüne uygun olup olmadığını nasıl denetleyecektir?
ee- Bir sermaye şirketinde doğal olarak, başka bir şirket
ortağı olacaktır. Hatta Anonim Şirket
gibi çok paylı şirketlerde şirket
ortakları dahi belli değildir. Sermaye
çoğunluğunu temsil etmeyen bir yöneticinin , şirketi temsil etmesi ve şirket
adına tasarrufi işlemlerde bulunması
suça iştirak etmeyen diğer ortakların mülkiyet haklarının
açıkça ortadan kaldırılması anlamını taşımayacak mıdır ?
Bütün bu
soruların cevapları ne yazık ki,tasarıda
yoktur.
B-KOOPERATİFLER
KANUNU AÇISINDAN;
1163 sayılı
kooperatifler kanuna göre, Kooperatifler değişir ortaklı , bir kişi
birlikleridir.Bu kişi birliklerinin amacı, ortakların ekonomik gücünü
artırmaktadır. Kar paylaşma amaçları
yoktur. Yasada yalnızca “BELİRLİ EKONOMİK MENFAATLERİN KORUNMASI” olarak amaç
tanımlanmıştır. Ortaklık yapısı ve sermayede
değişir niteliktedir.
Ticaret Şirketleri için ileri sürülen eleştirilerin tümü
kooperatif ortaklıkları için de geçerlidir.
Fakat
kooperatifler açısından HUKUKİ VEHAMET iki kat daha artmaktadır. Şöyle ki;
Kooperatiflerde
SERMAYE ÇOĞUNLUĞU gibi bir kavram olamayacağı için , bir kooperatif yöneticinin
HUZUR HAKKI dışında , diğer kooperatif ortaklarından ekonomik haklar yönünden
hiçbir ayrıcalığı ve farklılığı yoktur.
Diğer bir ifade
ile şirketlerde , yönetici konumunda
olan bir şahsın, sermaye çoğunluğunu
elinde bulundurma olasılığı bulunduğu halde, kooperatiflerde bu olasılık dahi
yoktur.
Sadece,
yöneticisi suç işlediği gerekçesi ile BÜTÜN MALVARLIĞI VE KURUMSAL YAPISI İLE
BİRLİKTE ÇALIŞMALARININ DURDURULMASI VEYA ORTAK OLMAYAN 3. BİR ŞAHSIN
YÖNETİCİ OLARAK ATANMASI hangi
hukuki gerekçe ile açıklanacaktır. Bu gerçekten büyük bir merak konusudur.
S-8
Bu noktadan sonra
artık, 1163 sayılı yasanın kooperatif organlarının düzenlendiği 42 ila 69
Kooperatifin dağılmasının düzenlendiği 81 ila 82 ,
Kooperatiflerin denetimde tek söz sahibi olan TİCARET BAKANLIĞININ görev ve
yetkilerinin tanımlandığı 86 ila 91. Maddelerinin hukuki tartışmasına da,
düzenlemenin bu maddeleri ortadan kaldırdığını da söylemeye gerek yoktur.
C-DERNEKLER
KANUNU AÇISINDAN;
2908 sayılı
Dernekler Kanununda , derneklerin, amaçları ,faaliyetleri, organları, denetimi
Tüzel Kişiliğin sona ermesi, sona ermesinden sonraki hukuksal durum açıkça
tanımlanmıştır.
Bu yasaya göre
dernek; kazanç elde etmek dışında , belirli ve ortak gayeyi gerçekleştirmek
üzere, en az yedi gerçek kişinin, bilgi
ve çalışmalarını birleştirmek suretiyle oluşturdukları bir kuruluştur.
Bu tanım ve yasal düzenleme ışığında bakıldığında , tasarının
25 ve 26’nın uygulama sonuçları açısından aşağıdaki soruların yanıtları
önemlidir.
aa-Düzenleme 2908 s.yasanın organları
düzenleyen 19 ila 30, derneklerin DENETİMİNİ
düzenleyen
45,46,47 yargılamayı düzenleyen 52 ve 74. Maddeleri değiştirmekte midir?
bb-Yöneticinin
işlediği suç nedeniyle, çalışmasının durdurulması halinde, diğer dernek
üyelerinin örgütlenme hakları ortadan kalkmayacak mıdır. Bu durum CEZALARIN
ŞAHSİLİĞİ İLKESİNİN yok sayılması
değilmidir ?
cc-Yönetici
ataması yapıldığı hallerde, sivil
örgütlenmelerin temel bir ilkesi olan, “ tüm “organların seçimle oluşması “
ilkesinin akıbeti ne olacaktır. Bu yeni atanan YÖNETİCİLER derneği temsil
edeceklerine göre hangi ilkelere göre derneği yöneteceklerdir. Dernek tüzüğüne
göre mi, yoksa kamunun genel çıkarlarına göre mi?
dd-Anayasa’nın temel hakların kullanılmasını düzenleyen 13,
dernek kurma özgürlüğünü düzenleyen
33.madde hükümleri ne olacaktır ?
D-SENDİKALAR
KANUNU AÇISINDAN;
Sendikaların
cezai ehliyetleri tartışılırken, Dernekler kanunundan doğan eleştirilerin çoğu
Sendikalar
açısından da geçerlidir. Fakat
sendikaların, işçi veya işverenlerin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal
hak ve menfaatlerinin korumak amaçlı kurulması nedeniyle hukuksal durum tümden
farklılaşmaktadır.
S-9
a-Yöneticisinin
işlediği suç nedeniyle , bir sendikanın çalışmasının durdurulması, Anayasada
çalışma hakkının düzenlendiği 49,
Sendika kurma hakkının düzenlendiği 51, Toplu İş Sözleşmesi hakkının
düzenlendiği 53, Grev hakkı ve lokavtın düzenlendiği 54.maddelerin açık bir ihlali olmayacak mıdır
?
b-Yönetici
atamasının yapıldığı hallerde, sendika üyesi
işçinin oyunu almadığı halde,
atanan bu
yönetici sendikayı ve işçiyi nasıl temsil edecektir ? BU YÖNETİCİNİN TOPLU
İŞ SÖZLEŞMESİ YAPMA HAKKI OLACAKMIDIR ?
E-SİYASİ PARTİLER
KANUNU AÇISINDAN;
Düzenleme ile
siyasi partilerin bu kapsam içerisine alınıp alınmayacağı hukuki bir tartışma
konusu yapılabilir. Fakat, “SİYASİ PARTİ
KAVRAMINI” özel hukuk tüzel kişisi kavramı dışında tutabilecek , elimizde
hiçbir hukuki argüman bulunmamaktadır.
Ayrıca, 2820
sayılı Siyasi Partiler Yasasının 3. Maddesi göz önüne alındığında , Siyasi
Partilerinde tasarının 25 ve 26.maddelerinde tanımlanan “ÖZEL HUKUK TÜZEL
KİŞİSİ” kapsamında değerlendirilmesi de hukuki açıdan uygun olacaktır.
Asıl hukuki sorun
bu noktadan sonra başlamaktadır.
Diğer tüzel
kişilikler açısından, hukuki açıdan olmasa bile, nisbi olarak düzenlemeyi
mantık kurallarıyla açıklamak belki mümkün olduğu halde, siyasi partiler yönünden bu dahi mümkün
gözükmektedir.
Çünkü; Anayasa’
nın 69 maddesine ve 2820 sayılı siyasi partiler yasasına göre SİYASİ PARTİLERİN
ÇALIŞMALARININ DURDURULMASI gibi bir kavramı , hele atanacak YÖNETİCİ KANALIYLA
ÇALIŞMALARIN YÜRÜTÜLMESİ kavramını düşünmek dahi mümkün değildir.
Sonuç olarak; Tasarıda Tüzel Kişilere cezai ehliyet
kavramı getirilirken, Türk Hukuk Sisteminin genel bütünlüğünün tümden göz ardı
edildiği tespitinin yapılması gerekir.
Eğer Tüzel
kişiliğe, ceza ehliyeti konusunda bir hukuki gereklilik duyuluyorsa, ceza sorumluluğunun sınırları ve hangi tüzel kişileri kapsadığı açıkça
tanımlanmalıdır.
ÇALIŞMANIN DURDURULMASI veya YÖNETİCİ ATAMASI YOLUYLA
ÇALIŞMANIN SÜRDÜRÜLMESİ yaptırımları
bütünüyle tasarıdan çıkarılmalıdır.
Tüzel kişiliğin ceza sorumluluk sınırı yalnızca PARA CEZASI ile sınırlandırılmalıdır. Bu para cezası da hapse dönüştürülmemeli, ekonomik bir öz taşımalı,
yalnızca 6183 sayılı yasa hükümleri uygulanmalıdır. Kaldı ki; para cezası bile,
bir çok durumda CEZALARIN ŞAHSİLİĞİ
ilkesinin açıkça ihlali anlamına gelecektir.
S-10
Para cezası
düşünülecekse bile, bu ancak TİCARİ ŞİRKETLER açısından söz konusu olmalı,
burada da ORTAKLIK VE SERMAYE yapısı göz önüne alınmalı, çok ortaklı ticari
şirketler açısından ise cezai yaptırım düşünülmemelidir.
Madde 4:
Madde
gerekçesinde ; böyle bir maddeye tasarıda yer verilmesinin amacı olarak,
tekrarlardan kaçınmak ,önemli kavramlara açıklık getirmek ve kanunun
uygulanmasını ve yorumunu kolaylaştırmak kastı olarak belirlenmiştir.
Bir kanunun
yorumlanmasında kavramların anlamı, büyük önem taşır. Özellikle, bir yasa
TEKNİK KONULARI düzenliyorsa, yasanın girişinde; yasada geçen teknik terimlerin
anlamlarının açıklanması, yasa uygulayıcıları açısından büyük kolaylık
sağlayacaktır. Özellikle; BOĞAZİÇİ
KANUNU, KIYI KANUNU gibi İmarla ilgili
teknik konuları düzenleyen yasalarda , bu yöntem uygulanmış ve uygulamada büyük
yararda sağlamıştır.
Fakat bu yasalar,
kısa metinlerdir, tanımlanan kavramlarda gerçekten yasanın uygulanmasında
ihtiyaç olan teknik konuları düzenlemektedir.
Fakat Medeni
Kanun gibi Ceza kanunu gibi temel yasalarda kavramların açıklandığı genel bir
girişe ihtiyaç varmıdır. Bunun tartışılması gerekir. Örneğin; Yeni Medeni
Kanunda böyle bir girişe ihtiyaç
duyulmamıştır. Kavramlar madde metinleri
içerisinde açıklanmıştır.
Ceza Kanunumuzda
kapsamlı temel kanunlarımızdan biridir.
İçerisinde teknik kavramlar da yer almaktadır. Örneğin ; JENOSİT kavramı bunlardan biridir.. Bu
kavramın anlamı madde metninde açıklanmıştır. (Kavramın türkçe karşılığı
TOPLUKIRIM’dır. Her nedense yabancı kökenli olan bu sözcük tercih edilmiştir )
4.madde
düzenlemesinde; teknik kavramlardan ziyade, hukuki kavramların açıklanmaya
çalışıldığını görüyoruz. Bir kanun
metninde özellikle hukuki kavramlar açıklanırken iki ana koşulun varlığı
gerekir. Birincisi İHTİYAÇ ikincisi ise
KAVRAMIN TAM ANLAMININ DİĞER HUKUKİ METİNLERLE BİR BÜTÜNLÜK
arzetmesidir. Tabi ki kavram açıklanırken ayrıca Türk Dil
Kurallarına uymakta gerekecektir.
11.madde halinde
açıklanan bu kavram ve terimlerin yukarıda sayılan unsurlara uyduğunu söylemek
mümkün değildir.
Örneğin; 3.maddede KADIN
“BU DEYİM KIZLARIDA KAPSAR DENİLMEKTEDİR. Her şeyden önce “KADIN” deyim değil, bir sözcüktür.
Öncelikle, Yasada kullanılan her türlü
tabir ve kelimenin Türk Dil Kurallarına uygun olması gerekir. Çünkü, TDK Sözlüğünde “DEYİM”
Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatım “
olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda
öncelikle “DEYİM “kavramının tercih
edilmesi, Türk Dil Kurallarına aykırıdır.
S-11
Kaldı ki; “Kadın deyimi kızları kapsar”
tanımlamasının hangi hukuki amaçla
konulduğu da belirsizdir. Yeni Ceza
kanunu taslağı Ceza Kanununu Çağdaş hukuka uygun hale getirme iddiası ile hazırlanmıştır. Bu nedenle
yürürlükteki TCK. 420 maddesinde düzenlenen “evlilik vaadi ile kızlık bozma
suçu” Çağdaş Hukuka uygun olarak taslakta yer almadığı gibi” KIZ “tabiri de
taslağın hiçbir maddesinde yer almamaktadır.
Bu tanımın
arkasından “ KIZ” kimi KAPSAR gibi
trajikomik bir soruyu da sormak mümkün olacaktır.
Acaba bunun
cevabı halen yürürlükte bulunan Ceza Kanuna göre mi verilecektir , yoksa MK’na
göre mi verilecektir. Çünkü, TCK’daki
“KIZ” tanımı “BEKARETİ” MK’daki “KIZ”
tanımı ise evlatlık ilişkisini tanımlamaktadır.
Eğer bu tanım taslakta yer alırsa bunu yanıtının da verilmesi gerekir.
KADIN ve KIZ
şeklindeki BEKARETE dayalı bir ayrım
feodal bir anlayışın ürünüdür. Yasadaki bu tanımın gerçekte BEKARETİ tanımladığı aşikardır.
Bu nedenle çağdaş
bir hukuk yaratma iddiası ile yola çıkılıyorsa “ BEKARET” kavramına dayalı bir
ayrımı çağrıştıracak her türlü kavramdan
sakınmak gerekir. Çünkü , Hukuk toplumun gerisinde değil önünde
olmalıdır.
Kavramların
tanımlanmasında, Türk Dil Kurallarına uygun davranmak doğal olarak genel bir
ilkedir. Fakat ,Hukuki kavramları
tanımlarken yalnızca dil kurallarının
değil, o kavramın Hukuk sistemi içerisindeki yeri de aynı şekilde önemlidir.
1136 sayılı Avukatlık Yasasına göre AVUKAT, YARGININ KURUCU UNSURU OLAN
BAĞIMSIZ SAVUNMAYI TEMSİL EDER.. Bu
tanım her hangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak şekilde açık ve nettir. O zaman 10. Maddedeki YARGI GÖREVİNİ YAPAN: Bu deyimden; yüksek Mahkemeler ve adli idari
ve askeri mahkemeler üye ve hakimleri
anlaşılır. Bu kanunun uygulamasında savcıları da kapsar” tanımını nasıl yorumlayacağız. Yalnızca basit
bir unutkanlık olarak mı kavrayacağız, yoksa Avukatlık mesleğini ve savunma
kurumunu; Ceza Kanununun, Yargı görevi içerisinde konumlandırmadığını mı
anlayacağız. Hem yargının kurucu
unsurlarından biri olacaksın, hem de yargı görevini yapanlar içerisinde
sayılmayacaksın
Bu paradoksun “basit
bir unutkanlık” olarak iyiniyetli yorumu mümkündür. Fakat, ikinci şık geçerli ise ciddi bir şekilde
YARGI kavramını tekrar tartışmak gerekecektir.
Fakat bağımsız
savunmayı temsil eden avukatlık mesleği, 1136 sayılı Avukatlık Yasasında sonra
tekrar bu tartışmalara dönmeyecektir.
S-12
Kavramları
tanımlanırken; diğer hukuki metinlerle bütünlük kuralının ihlalini ise MEMUR
tanımında görüyoruz. MEMUR tanımı yalnızca bu kuralı ihlal etmekle
kalmamakta, tüm Hukuk Sistemini de alt üst etmektedir.
Memur tanımının
anlamı Türk Hukuk Sisteminde 657 sayılı Devlet Memurları kanununda verilmiştir.
657 s.yasaya göre MEMUR; Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer
kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli
kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenlerdir.
Tasarıda ise
Memur kavramı ikiye ayrılmış. Birinci tanımda ; Sürekli veya geçici olarak
yasama görevi veya idari veya idari veya adli bir kamu görevi yapan veya diğer
her türlü
Kamu kurum veya
kuruluşlarının memur ve hizmetlilerinin memur sayılacağı ifade edilmiştir.
Getirilen bu
tanıma karşı, Türk Dili açısından yakışan ilk söz her halde FELAKET olacaktır.
“MEMUR MEMURDUR”
şeklinde getirilen tanımlamaya karşı, başkaca söylenebilecek bir söz
yoktur.
Fakat burada
temel sorun 2. Tanımdadır. Bu tanıma göre Türkiye Cumhuriyetleri hudutlarında
yaşayan ve bulunan her kes MEMUR sayılmaktadır. (YABANCI UYRUKLULAR DAHİL)
Çünkü “ SÜREKLİ
VEYA GEÇİCİ ,ÜCRETLİ ÜCRETSİZ,MECBURİ VEYA İHTİYARİ OLARAK YASAMA GÖREVİ VEYA İDARİ VEYA ADLİ
GÖREVİ YAPAN KİMSE”
tanımından
kendisini kurtaracak, her halde TC.
hudutlarında bir kişi bulmak zor
olacaktır.
Bu tanım ne kadar
GARİP görünse de hukuki bir hoşgörüyle karşılanabilir.
Fakat SÜREKLİ
VEYA GEÇİCİ,ÜCRETLİ VEYA ÜCRETSİZ, MECBURİ VEYA İHTİYARİ YASAMA GÖREVİNİ İFA
EDENLERİN memur sayılmasını ise hoşgörüyle karşılamak ne yazıkki mümkün
değildir. Çünkü, TBMM. üyelerini SÜREKLİ VEYA GEÇİCİ- ÜCRETLİ ÜCRETSİZ-MECBURİ
VEYA İHTİYARİ olarak ayırmak, akli
melekelerimizi oldukça zorlamaktadır.
4.maddede
getirilen diğer tanımların bazılarına
ise hukuki ihtiyaç bulunmamaktadır.
Örneğin, “Vatandaş” kavramını yorumlarken, yargıç doğal olarak Türk
Vatandaşlığı Kanunun hükümlerine bakacaktır. Yargıcın, zaten Vatandaşlık için başka
bir hukuki metine bakması mümkün
değildir. Diğer taraftan , VATANDAŞ kavramının tanımı, bir hukuki ihtiyaçsa,
sonradan ilgilinin TC.vatandaşlığını 403
sayılı yasaya göre kazanması halinde tasarının 17 maddesinde düzenlenmemesi ve
ihtimal olarak yasaya geçmemiş olması da bir eksikliktir.
S-13
Aynı şekilde “CEBİR ŞİDDET “sözcüğü , hem
günlük yaşamda, hem hukuk dünyasında
aynı anlamda
kullanılmaktadır.” MALUMU TEKRAR TARİF ETMEYE”
bir hukuki gereklilik var mıdır. Bununda
da tartışılması gerekir.
Sonuç olarak;
4.maddede getirilen tanımlarda, hukuki bir özenin gösterilmediği, Türk Dil
Kurallarına uyulmadığı, tanımlarda anlam bütünlüğünün olmadığı, hukuki ihtiyaç
unsuruna ise hiç dikkat edilmediği sonucunu çıkarmak mümkündür.
Madde 5: Tasarının genel gerekçesinde belirtildiği gibi yürürlükte bulunan ceza
yasasında zaman içerisinde panik ile yapılan değişiklikler eleştirilmiş ve
panik mevzuatı yürürlükteki yasanın zaman içinde doğan bir kusuru olarak
belirtilmiştir. Ne var ki aynı “panik
düşünce (saikin)” tasarının genel hükümlerinden 5/son maddesinde de
sergilenmektedir.
Zira; tasarının 5/son maddesine göre;
geçici ve süreli kanunların yürürlükte bulundukları süre içinde işlenmiş olan
suçlar hakkında uygulanmasına devam edilir şeklinde öngörülen hüküm, genel
kurallara getirilen bir istisna olup, Türkiye’de ara ve geçici rejimlerde
hazırlık anlamına gelebileceğinden, hukukun
demokratikleşmesi için başlayan
sürece olumsuz etkileyecektir.
9.madde: 9.madde düzenlemesinde Bir Türk 11 .maddede
yazılı cürümler dışında , türk ve ve yabancı ülke kanunlarına göre aşağı sınırı
bir yıldan az olmayan hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir cürmü yabancı
ülkede işlediği ve kendisi Türkiye’de bulunduğu takdirde, bu suçtan dolayı
yabancı ülkede hüküm verilmemiş olması ve kovuşturulabilirliğin olması koşulu
ile Türk Kanunlarına göre cezalandırılır denmektedir.
Yabancı ülkede
işlediği bir cürüm nedeniyle, mahkum olmakla birlikte cezası infaz edilmemiş
olması veya cezanın infazı sırasında firar etmesi halinde bir hükümlünün
Türkiye’de yakalanmasından sonra ki hukuki sürecin ne olacağı maddede
belirsizdir. Çünkü bir Türk suçlunun
iadesi mümkün değildir.
10.madde: Bu maddede, ll.maddedeki yazılı
cürümler dışında Türkiye’deki Yargılanmasının koşullarının düzenlemektedir.
Temel koşul en az
bir yıl hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir cürmü YABANCI ÜLKEDE
TÜRKİYE’NİN ZARARINA İŞLEMESİDİR.
“BİR
CÜRÜMÜN TÜRKİYE ZARARINA İŞLENMESİ”
kavramı yeni bir kavramdır.
Ceza Kanununda
böyle bir ayrım olmadığı gibi, doktrinde de böyle bir kavram yoktur.
S-14
Eğer burada kast
edilen DEVLET ALEYHİNE CÜRÜMLER ise bunun açıkça belirtilmesi gerekir. Fakat
yalnızca GENEL KAMU DÜZENİ ise Ceza
Hukukunun genel ilkelerine göre tüm cürümlerin kamu düzenin bozduğu kabul
edilir. Tasarının geneline bakıldığında,
bu kavramı çağrıştıran tek düzenleme “TEMEL MİLLİ YARARLARA KARŞI HAREKET”
suçunun düzenlediği 359.maddedir. Fakat, kastedilenin yalnızca 359.madde
olduğunu da söylemek zordur.
Hukukta olmayan
bir kavramın yorumunun Yargıca bırakılması ise hukukun genel ilkelerine aykırı
bir düzenlemedir.
2. fıkrada
ise suçun bir Türk’ün zararına işlenmesi
halinde ve failin Türkiye’de bulunması
halinde YABANCI ÜLKEDE HÜKÜM VERİLMEMİŞ OLMASI KOŞULUNA bağlı olarak
olarak yabancının
yargılanabileceği öngörülmektedir. 9.maddedki durumun bir benzeri burada da
ortaya çıkmaktadır. Yabancı mahkum
olmuşsa ,fakat ceza infaz edilememişse hukuksal durum ne olacaktır. Bu
belirsizdir.
“Suçlunun iadesi
hükümlerine göre sanık infazın yapılacağı ülkeye iade edilebilir”. Deniyorsa,
burada yine başka bir hukuksal sorun doğacaktır. Oda, suçlunun iadesi koşullarının oluşmadığı
varsayılırsa hukuksal durum ne olacaktır. Bu ayrı bir sorudur.
11 madde:
Bu maddede getirilen düzenlemede yürürlükteki kanunun 4.maddesine koşut bir
düzenleme (Suç türleri artırılarak) getirilmiştir. Maddede resen soruşturulacak
suçlar sayılmaktadır. Maddede yazılan suç
türlerinde yabancı bir ülkede hüküm verilmiş olsa dahi,yabancı veya Türk’ün
Adalet bakanının istemi üzerine yeniden yargılanacağı belirtilmiştir.
1- Eğer SANIK
YABANCI ÜLKEDE HÜKÜM GİYMİŞ VE CEZA İNFAZ EDİLMİŞ İSE BURADA HUKUKSAL DURUM NE
OLACAKTIR.?
2- Suçun infaz edildiği ülkede verilen ceza, mahsup edilecekmidir. Hatta o suça ilişkin
suçun işlendiği ülkenin sanığa verdiği ceza TÜRK CEZA KANUNUN suça öngördüğü
cezadan daha yüksekse ve bu ceza infaz edilmiş ise bu durumda ne olacaktır ?
Tasarının bu
haliyle, her durumda sanığın yeniden yargılanması ve verilen mahkumiyet
kararının aynen çektirilmesi gerekecektir.
Bu durumun temel insan haklarıyla başdaşmayacağı açıktır.
Aynı şekilde, 2.
Fıkrada bazı suç türlerinde sanığın hüküm giymiş olması halinde, Türkiye’de
yargılanamayacağı düzenlemesi getirilmiş ise de ,hüküm infaz edilmemiş ise
hukuksal durumun ne olacağı belirsizliğini korumaktadır.
S-15
Tasarıdaki bu hukuki belirsizliği aşılması için,”
Yabancı Ceza Mahkemesi Kararlarının infazına ilişkin”, Adalet Bakanlığı
tarafından hazırlanan yasa taslağının ,
bu tasarı ile birlikte ele alınması ve tasarı ile birlikte yasallaşması
gerekecektir.
13. MADDE : Miktarının soruşturma koşulu olduğu
hallerde ceza, soruşturma evresinde ileri sürülen kanuni ağırlaştırıcı
nedenlerin aşağı sınırı ve kanuni hafifletici nedenlerin yukarı sınırı gözönüne
bulunarak hesaplanır . düzenlemesi hukuki karışıklıklara neden olacaktır.
SUÇA ETKİ EDEN
NEDENLER, İSNAT YETEĞİNİ ETKİLEYEN NEDENLER,TEŞEBBÜS VE SUÇA İŞTİRAK halleri
gibi hükmedilecek cezayı doğrudan değiştirecek hallerin varlığı halinde hukuksal durum belirsizliğini
koruyacaktır.
Kanuni
ağırlaştırıcı veya hafifletici nedenler yerine “KANUNDA ÖNGÖRÜLEN CEZANIN ALT
SINIRI VEYA ÜST SINIRININ “ ölçüt olarak getirilmesi ileride doğabilecek
hukuksal karışıklıkları önleyecektir.
MADDE 15: 3. Fıkradaki “ BİRİNCİ FIKRADA BELİRTİLEN
NEDENLER TÜRK KANUNUNA UYGUN DEĞİLSE CEZAYA HÜKMOLUNUR.” Hükmü tümden
gereksizdir.
Zaten 1. Fıkrada
“YABANCI MAHKEMECE MAHKUM EDİLEN VEYA HER HANGİ BİR NEDENLE DAVASI VEYA BERAAT
EDEN YAHUT SUÇU KOVUŞTURULABİLİR OLMAKTAN ÇIKAN YABANCI HAKKINDA” yapılan yargılamada Türk yargıç Türk Hukukunu
doğal olarak uygulayacaktır. Doğal
olarak bu haller Türk Hukukuna uygun değilse
yargıç cezayı verecektir.
Türk Yargıcına “
TÜRK HUKUKUNU UYGULA” şeklinde getirilecek bir düzenlemenın hiçbir hukuki
anlamı yoktur.
17.madde : Türkiye’ye karşı işlenmemek koşulu ile
,yabancı ülkede işlenen siyasal veya askeri veya bunlara bağlı suçlardan dolayı
Türkiye’de yargılama yapılamaz ve geri verme istemi kabul edilemez . hükmündeki
“SİYASİ SUÇLAR KAVRAMI” önceki düzenlemede olmamasına rağmen hukuki bir belirsizlik içermektedir.
Her şeyden önce
siyasi suç kavramı Türk Hukuku açısından karşılığı olmayan bir kavramdır.
Türk Ceza
Kanununda “SİYASİ SUÇ “ kavramı yer
almadığı gibi Yargı kararlarında da
böyle bir kavram yoktur.
S-16
Eğer yargıca bu
konuda “SİYASİ SUÇ “kavramını tanımlama ve takdir etmek yetkisi verilmek isteniyorsa, bu daha büyük bir hukuki
sakıncayı beraberinde getirmektedir.
Türk Hukukunda olmayan bir kavramın içeriğinin
yargıç tarafından belirlenmesi “SUÇTA YASALLIK” ilkesinin yok sayılması hukuki
sonucunu doğuracaktır.
Hukuki boşluk
ancak “SİYASİ SUÇ” kavramı kaldırılarak; yerine “İADE İSTEMİ ULUSLARARASI İNSAN
HAKLARI HUKUKU VE ANAYASADA DÜZENLENEN TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER İLE TÜRKİYENİN
TARAF OLDUĞU SÖZLEŞMELERE “ aykırı ise
TÜRKİYE!DE YARGILAMA YAPILAMAZ VE GERİ VERME İSTEMİ KABUL EDİLEMEZ hükmü getirilerek aşılabilir.
Madde 20:
Düzenleme yürürlükteki yasanın 45.madde karşılığıdır. Fakat 4 fıkrada getirilen; “KASDEN İŞLENEN SUÇLARDA FAİLİN SADECE ÇOK
ÖNEMSİZ NETİCELERİN MEYDANA GELMESİNİ İSTEDİĞİ VE KUSURUNUNDA ÇOK HAFİF
DERECEDE BULUNDUĞU HALLERDE HAL VE KOŞULLARA VE MEYDANA GELEN NETİCEYE GÖRE
CEZANIN ÜÇTE İKİSİNDEN ONDA DOKUZUNA KADARI İNDİRİLİR” hükmü tümden yeni bir yapıdır.
Ceza hukukunda
KAST tanımlanırken “GEREK EYLEMİN,GEREK BUNDAN DOĞAN NETİCENİN BİLİNMESİ “
olarak tarif edilir. 2. Fıkrada da belirtildiği gibi basit anlamda kast “BİLMEK
İSTEMEKTİR.”
Kasten işlenen
bir suçta “FAİLİN ÇOK ÖNEMSİZ NETİCELERİN MEYDANA GELMESİNİ İSTEMESİ” muğlak
bir kavramdır. Kasten işlenen bir suçta
İSTENEN NETİCE zaten KAST kavramının bir unsurudur. İSTENEN NETİCE FARKLI İSE doğal olarak sanık,
öngördüğü ve istediği neticeden sorumlu tutulacaktır. Eğer istediği netice,gerçekleşen
neticeden farklı ise 137 ve 138’de
olduğu AĞIRLAŞAN NETİCEN faili sorumlu tutmak, özel bir sorumluluk halidir.
Metinden
anlaşıldığı kadarıyla, 137 ve 138’den farklı olarak HAFİFLEYEN NETİCE gibi yeni bir kavram getirilmek istendiği
anlaşılmaktadır. Fakat bu kavramı CEZA HUKUKUNUN GENEL SİSTEMATİĞİ içerisine
sokmak ve somut bir olayla örneklendirmek , çok güç gözükmektedir. En azından
,bu tanımı KAST kavramı içerisinde değerlendirmek ve sanık lehine sonuçlar çıkmasını
beklemek güç olacaktır.
Eğer
kastedilen fiilden farklı bir sonuç
ortaya çıkmışsa, zaten sanık SUÇTA TEŞEBBÜS aşamasında kalmış demektir. 37 ve
38 uygulanacaktır. İcra hareketleri sırasında KASDI değişmişse,
GÖNÜLLÜ VAZGEÇMENİN tanımlandığı 37/2’den
yararlanacak, İCRA HAREKETLERİNİ tamamladıktan sonra, kast ortadan
kalkmışsa ETKİN PİŞMANLIK HALİNİN
düzenlendiği 39/1-2’den yararlanacaktır.
Burada özellikle uygulamada ortaya çıkabilecek, hukuki belirsizlikler
hakimdir.
S-17
Diğer taraftan
diğer bir unsur olan KUSURUN ÇOK HAFİF BULUNDUĞU HALLER kavramı da , muğlak belirsiz ve uygulamada ağır
sorunlara neden olabilecek bir tanımlamadır.
Taksirli suçlarda bulunan KUSUR DERECESİ kavramının , kasten işlenen
cürümlere de eklemlenmesi ,Ceza Hukukunun
genel sistematiği içerisinde vücudun ret edeceği yabancı bir doku gibidir.
Madde 23:
Düzenleme Ceza
Kanununda YENİ BİR KURUMSAL YAPI getirmektedir.
Metinde HATA yeniden tanımlanarak “KENDİSİNE KUSUR İSNADI MÜMKÜN OLMAYAN BİR
HATA DOLAYISIYLA HUKUKA UYGUNLUK NEDENLERİNE AİT KOŞULLARA UYDUĞUNU SANAN
KİMSEYE CEZA VERİLMEZ” denmektedir.
Hatanın farklı
bir tanımını getiren 4 fıkra uygulamada
çok ağır sonuçlara neden olabilecektir.
Bu düzenleme ile
sanık cezai sorumluluktan kurtulmakta, sanığı hataya düşüren ise SUÇA
AZMETTİRENİN SORUMLULUĞUNA BENZER BİR CEZAİ SORUMLULUKLA KARŞI KARŞIYA
KALMAKTADIR.
Bu düzenleme
ile DOLAYISIYLA FAİLLİK kurumu Ceza
Hukukumuzda yerini almaktadır. Dolayısıyla faillik kurumunun gerekliliği
üzerinde , doktrinde ortak bir görüş bulunmamaktadır. Asli maddi failin cezalandırılmaması halinde,
sorunun iştirak kurallarına başvurmak sureti ile çözülebileceğini ileri
sürenler olduğu gibi dolayısıyla faillik kurumunun Ceza Kanunlarında yer
almamasını savunan görüşlerde bulunmaktadır.
Madde 19 “Kişi ancak kendi fiilinde
sorumludur” demektedir. Yine 20.maddede KAST tanımlanırken, eylemi ve
neticesini bilerek veya isteyerek işlemek iradesi olarak açıklanmıştır. Cürümlerde “ KAST” suçun temel unsurudur.
Burada HATAYA DÜŞÜREN AÇISINDAN “KAST” kavramının nasıl yorumlanacağı hukuki tartışmalar
doğuracaktır.
Doktrinde
dolayısıyla faillik iki farklı başlıkta işlenmektedir. Birincisi ÖZGÜN SUÇLARDA
DOLAYISIYLA FAİLLİK, İkincisi ise ASLİ MADDİ FAİLİN CEZALANDIRILMAMASI
HALLERİNDE DOLAYISIYLA FAİLLİKTİR.
Özgün suçlarda
dolayısıyla faillik; Özgün bir suçu işleyebilmesi için gerekli doğal veya
hukuki niteliklere sahip olan kimseyi , yanıltarak ona suç işleten kimsenin
KENDİSİ O NİTELİKLERE sahipmiş gibi
cezai sorumluluk altına sokulmasıdır. Bu duruma örnek olarak da, SAHTE BİR BELGE İLE YANILTMAK SURETİYLE ,GÖREVLİ MEMURA RESMİ
BELGE DÜZENLETTİRMEK fiili gösterilebilir. Burada, görevli memur kast unsurunun
olmaması nedeniyle SAHTE RESMİ EVRAK DÜZENLEMEK suçundan dolayı, cezai sorumluktan
kurtulmakta, fakat Memuru hataya düşüren açısından CEZAİ SORUMLULUK devam
etmektedir.
Asli Manevi failin cezalandırılmaması halinde
dolayısıyla faillik, durumuna örnek olarak, isnat yeteneğine haiz olmayan bir
kimseyi suç işletenin doğan sorumluluğu verilmektedir.
S-18
Buna benzer bir
örnek de verilmektedir. Diploması veya
Meclis dokunulmazlığı olan bir şahsı suçu işlemeye yönelten bir kişinin
DOLAYISIYLA FAİL olarak cezai sorumluluk içerisine girecektir. Denmektedir.
Çağdaş Ceza kanunlarında
yaygın olarak bulunmayan bu kurum,
hukuki bir zorlama ile
tasarıda yer
almıştır. Bu güne kadar uygulamada bu kurumun eksikliği
hissedilmemiştir.
Çünkü, asli maddi
faili yanıltarak, suç işlemeye teşvik
edenin, eyleminin derecesine göre, asli manevi fail veya feri manevi fail
olarak cezai sorumluluğu doğmaktadır.
Ceza Hukuku
teorisinde dahi gerekliliği tartışmalı olan bu kurum, asıl uygulamada büyük
karışıklığa neden olacaktır.
Madde 28 : Tasarının
28.maddesiyle meşru savunma kurumu düzenlenmiş, eskiden (md.49) sadece ırz ve
cana yönelik saldırılarda meşru savunma hakkının varlığı kabul edilmiş iken
şimdi her türlü hakka saldırı halinde diğer koşulların da varlığı halinde meşru
savunma kişilere tanınmıştır. Suç işlenmesini caydırıcı etkisi açısından
faydalı ve yerinde bir değişiklik olduğunun tespiti yapılması gerekir. (Keza
mevcut yasanın uygulamasında Yargıtay’ın
yerleşik içtihatlarıyla belirlediği ve son derece isabetli olduğunu
düşündüğümüz meşru savunmaya esas olacak saldırının,var olan,pek az önce son
bulmasına karşın devam etmesinden korkulan ve az sonra vukuu muhakkak olan
şeklinde üç ayrı seçeneği de tasarı açıkca 28.maddede düzenlemiş olması da
isabetlidir)
Madde 31: Yürürlükteki 51. maddenin karşılığı olan yeni
düzenleme ile ADİ TAHRİK ve AĞIR TAHRİK ayrımı tümden kaldırılmıştır.
Bu ayrımın
kaldırılmasının nedeni olarak, gerekçede;” HAKİMİN BU İKİ TAKDİR ŞEKLİNİ
AYIRIRKEN YAPTIĞI TAKDİR HATASI NEDENİYLE YARGITAYCA HÜKMÜN BOZULMASI VE
BÖYLECE DAVALARIN GECİKMESİNİN ÖNLENMESİ “
gösterilmiştir.
Yine gerekçede,
SUÇLARDA SADECE YUKARI SINIRI GÖSTERME METODU UYGULAYAN FRANSA CEZA KANUNUNUN TAHRİKİ TÜMDEN CEZA KANUNUNDAN ÇIKARDIĞIDA ifade edilmektedir.
S-19
Gerekçede açıkça
ifade edildiği gibi , düzenlemenin amacı Ceza yargıcının, haksız tahrik nedeniyle
¼’den ¾
‘e kadar yapacağı ceza indirimlerinde ,YARGITAY’ın YARGICIN TAKDİR HAKKINA olan müdahalesinin
sınırlandırılmasıdır.
Gerekçede ağır
hukuki değerlendirme hataları yapılmaktadır. Eğer Yargıtay’ın haksız tahrikte
denetimi ortadan kaldırılmak isteniyorsa,
Ceza Hukukunun temel ilkeleri açısından bu kabul edilemez. Tabi ki;
adil yargılamanın en önemli unsurlarından biri yargılamanın makul bir
sürede bitirilmesidir. Fakat bundan daha önemlisi ADALETİN sağlanmasıdır. Temyiz denetiminin kaldırılması ile birlikte
belki yargılama daha süratli tamamlanacaktır. Fakat her bu durumda adaletin
gerçekleşeceğini söylemekte oldukça iyiniyetli bir yaklaşım olarak kalacaktır. Temyiz denetimi, Çağdaş Ceza Hukukunda Adaletin gerçekleşmesinin en önemli
güvencesidir. Temyiz denetimini kaldıracak veya daraltacak her türden çaba
hangi gerekçeyle olursa olsun, kabul edilemez.
Kaldı ki; uygulamada Yargıtay , Yargıcın takdir hakkını
olayın oluşuna göre, hukuka ve hakkaniyete uygun olarak kullanıp
kullanmadığının, hukuksal denetimini yine de yapacaktır. Fakat 51.maddedeki gibi AĞIR TAHRİK VEYA
HAFİF TAHRİK uygula şeklinde, verilecek ceza miktarını tayin edici bir karar veremeyeceği için yalnızca TAKDİR
HAKKININ OLAYIN OLUŞUNA GÖRE HUKUKA UYGUN OLARAK kullanılmadığı gerekçesi ile
yerel Mahkeme kararını bozacaktır. Yeniden yapılacak yargılamada, yargıç ¼ ve ¾
oranları arasında yeni bir ceza indirimi yapacak, Yargıtay , temyiz
denetimi sırasında uygulanan yeni oranı ,adalete uygun bulmazsa yine
bozacaktır. Bu süreç Yargıtay ilgili
Ceza Dairesinin bu suç için öngördüğü, fakat
bozma kararında ifade edemediği
CEZA MİKTARI TAYİN EDİLENE KADAR devam edip gidecektir.
Sonuç olarak;
yargılamayı hızlandırmak maksadıyla getirildiği ifade edilen yeni düzenleme yargılamayı daha da uzatacaktır.
Ağır ve hafif
tahrik ayrımının kaldırılmasının,
yargılamayı hızlandıracağı gerekçesi dışında,
kabul edilebilir
ve mantıklı nedenlerinin konulması
gerekir. Temyiz denetimini kaldırarak yargılamayı
hızlandırmak gerekçesi tehlikeli,olduğu
gibi yargılamayı da hızlandırmayacaktır.
Madde 39:
Ceza
Hukukundaki FAAL NEDAMET olarak bilinen özel bir teşebbüs hali, ETKİN PİŞMANLIK
olarak tasarıda yer almaktadır.
S-20
Etkin
pişmanlık, kendi eylemiyle sonucun gerçekleşmesini engelleyen , sanığın bu
tutumunun ödüllendirilmesi anlamını taşımaktadır. İşlemeye çalıştığı suçun ,
sonuçlarını durdurması, suçlunun suç işleme kastını da ortadan
kaldırmaktadır. Suç işleme kastını
ortadan kaldıran suçlunun ,bu tutumunu teşvik etmek gecikmiş de olsa çağdaş ve ileri bir adımdır.
Burada
tartışılması gereken sorun, şeriklerin
cezai sorumluluğunu düzenleyen
1.fıkranın 2. bendidir. Tasarıda
suça iştirak halleri , yürürlükte bulunan Ceza Kanununda olduğu gibi ASLİ İŞTİRAK VE FERİ İŞTİRAK olarak ikiye
ayrılmıştır.
Düzenlemeye göre
, şerik ceza indiriminden yararlanabilmek için ya SUÇUN TAMAMLANMASINI
ENGELLEYECEK yada MEYDANA GELMİŞ
NETİCEYİ TAMAMEN ORTADAN KALDIRMIŞ olacaktır
Metinde ,yalnızca
şeriklerin ETKİN PİŞMANLIK HALİ
düzenleme altına alınmıştır.
Asli Maddi failin
ETKİN PİŞMANLIĞI halinde, şeriklerin cezai sorumluluğunun ne olacağı düzenlenmemiştir.
Fıkranın
yazılış biçiminden ,asli maddi failin
ETKİN PİŞMANLIĞI söz konusu ise , şeriklerin
sorumluluğu, (İCRA HAREKETLERİNİN TAMAMLANMIŞ OLMASI NEDENİYLE) SUÇ TAM TEŞEBBÜS AŞAMASINDA kalmış gibi değerlendirilecektir.
Çünkü şeriklerin 37 maddedeki ceza
indiriminden yararlanmasının ön koşulu SUÇUN NETİCESİNİN OLUŞMAMASI İÇİN AKTİF
OLARAK MÜDAHELE ETMESİDİR.
Yalnızca Asli
maddi failin ETKİN PİŞMANLIĞININ doğrudan şerikleri etkilemesi mümkün
olmayacaktır.
Gerekçe de ise
EYLEME KATILMAYAN ŞERİKLERİN FİİLİNİN SONUCUNA GÖRE CEZALANDIRILACAĞI ,etkin
pişmanlık halinin şahsi hafifletici bir neden olduğu belirtilmektedir. Etkin Pişmanlık halinin
şahsi hafifletici neden olarak kabul edildiğine göre , şerik hangi fiilin
sonuçlarından sorumlu tutulacaktır. Metini değil gerekçeyi esas aldığımız
takdirde, burada hukuki belirsizlik ortaya çıkmaktadır.
Örneğin ; Zehirleyerek adam öldürmeyi planlayan bir
faile , zehir temin eden bir feri fail,
Asli maddi failin
etkin pişmanlığı ile öldürme fiilinin gerçekleşmemesi halinde, hangi sonuçtan
sorumlu tutulacaktır. Şerikler asli
maddi fail etkin pişmanlık göstermemiş gibi mi değerlendirilecek (tam
teşebbüs), yoksa asli maddi failin ilk kastı dikkate alınmaksızın,
yalnızca eylemin
sonuçlarından mı sorumlu tutulacaktır.
S-21
Yukarıdaki örneği
iki olasılığa göre değerlendirecek olursak;;
Zehirleyerek adam öldürmeyi , tasarlayan
bir asli maddi fail birinci olasılıkta , zehirli içeceği mağdura
veriyor, fakat mağdur zehiri içeceği sırada müdahale ederek ÖLÜMÜ ENGELLİYOR.
İkinci olasılıkta
ise; fail mağdurun zehiri içmesine izin
veriyor, fakat MAĞDURU hemen hastahaneye
kaldırarak ölüm neticesini meydana gelmesini engelliyor.
Her iki durumda
da asli maddi fail açısından sorumluluk
değişmemektedir. ETKİN PİŞMANLIK HALİNDEN yararlanacaktır. Şerikler açısından
bakıldığında ise sorumluk tümden farklılaşacaktır.
Gerekçeye göre,
zehiri temin eden feri şeriğin birinci
olayda, cezai sorumluluğunun olmaması
gerekecek, ikinci olayda ise yalnızca etkili eylemden dolayı şerik sorumlu
tutulabilecektir.
Metine göre
değerlendirildiğinde ise; her iki olayda
da şeriğin sorumluluğunda bir değişiklik
olmayacak , şeriğin sorumluluğu
saptanırken; eylem TAM TEŞEBBÜS
AŞAMASINDA KALMIŞ gibi görülmesi gerekecektir.
Yukarıda
açıklamalar ışığında, bir bütün olarak bakıldığında; ETKİN PİŞMANLIĞI
DÜZENLEYEN 39.maddenin mevcut durumu, uygulamada büyük karışıklıklara neden
olabilecektir. Özellikle, şeriklerin cezai sorumluluğunu düzenleyen
2.fıkra tümden yetersizdir.
Ceza Hukukunda
yeni getirilen kurumsal düzenlemelerin, mutlaka ayrıntılı ve uygulamada her
hangi bir tereddüde yer vermeyecek bir açıklıkta olması gerekir. Metinlerdeki muğlaklığın uygulamayla aşılması
beklentisi de , doğru değildir.
Madde 64: Düzenleme
yürürlükteki yasadan farklı olarak,
Hakime hürriyeti bağlayıcı ceza yerine “AYNEN İADE, SUÇTAN ÖNCEKİ HALE
GETİRME VE TAZMİN-İKİ YILI GEÇMEMEK
KOŞULU İLE BİR EĞİTİM VEYA İSLAH KURUMUNA DEVAM ETMEYE-BAZI ETKİNLİKLERDEN VE
MESLEKLERDEN YASAKLAMA-EHLİYET VE RUHSATIN İKİ YIL SÜRE İLE GERİ ALINMASI –BİR
YILI AŞMAMAK KOŞULU İLE VE RIZA İLE KAMUYA YARARLI BİR İŞTE ÇALIŞTIRILMASI”
gibi tedbirlere de Karar verebileceğini
öngörmektedir.
7. fıkrada da
TEDBİRE ÇEVRİLEN CEZALARDA ,TEDBİR HÜKÜMLERİNE UYULMAMASI HALİNDE 1.FIKRA
HÜKÜMLERİNE UYGUN OLARAK, CEZANIN PARA CEZASINA DÖNÜŞTÜRÜLECEĞİ”
düzenlenmiştir. Yeni
düzenleme ile hükümlüye bir tercih hakkı getirildiği söylenebilir. Eğer Ceza
tedbire çevrildiyse, sanık para cezasını ödeyerek tedbir hükümlerinden
kurtulabilecektir.
S-22
2.
fıkrada “ Kanun maddesinde hürriyeti bağlayıcı ceza veya para cezasına
hükmolunması öngörüldüğünde hakim hürriyeti bağlayıcı cezayı tercih ederek
hüküm verirse, artık bu cezayı para cezasına
çeviremez “ hükmü getirilmiştir.
Düzenleme
mantığı da uygundur. Çünkü zaten yargıç para cezasını tercih etmemekle iradesini ortaya koymaktadır. Bu doğal
karşılanabilir. Fakat, yargıç para cezasına tercih ettiğinde hukuki durum
belirsizdir. Yargıca bu durumda , para
cezası yerine düzenlemede öngörülen TEDBİRLERE hükmetme yönünde takdir hakkı tanınması,
ceza adaletine uygun düşecektir.
Madde 71: Para cezalarının infazını düzenleyen
71.maddede Yargılamayı yapan Hakim adeta CEZANIN İNFAZINADA NEZARET EDEN BİR
DURUMA SOKULMUŞ, ceza yargılaması ile ceza infazı iç içe geçmiştir.
Cezaların infazı
,ceza yargılaması sürecinden ayrılmalıdır.
Özellikle 2. Fıkradaki “
MAHKEME, ÖDEME
EMRİNİN TEBLİĞİNDEN İTİBAREN BİR AYLIK SÜRENİN SONA ERDİĞİ VEYA TAKİSİDE
BAĞLANIP DA TAKSİTLERDEN BİRİNİN
SÜRESİNDE ÖDENMEMESİ NEDENİYLE ......” şeklinde getirilen düzenleme ile yargıç
adeta kararın yerine getirip getirilmediğini denetlemekte, ikinci bir karar
verme yükümlülüğü ile karşı karşıya kalmaktadır. 2. Fıkra ile başlayan süreçte İNFAZ
YARGICININ yer alması daha doğru olacaktır.
Madde:78: Suç konusu eşyanın müsaderesini
düzenleyen maddenin 2.fıkrası yenilik getirerek ”suçta kullanılan veya
kullanılmak üzere hazırlanan veya suçun işlenmesine tahsis olunan eşyanın, suç
failinin veya ailesinin mensuplarının yaşamlarını sürdürebilmeleri için zorunlu
araç ve gereçlerden olduğu ve kişisel mülkiyetin kaldırılmasının hakkaniyete
aykırı bulunacağı anlaşıldığında müsaderesine karar verilmez” denmek suretiyle,
MÜSADERE KONUSUNDA YARGICA GENİŞ BİR
TAKDİR HAKKI GETİRMİŞTİR.
Müsadere
konusunda getirilen esneklik olumludur.
Fakat kıstaslar belirsizdir. Uygulamada “AİLE MENSUPLARININ YAŞAMLARINI
SÜRDÜREBİLMELERİ İÇİN GEREKLİ OLAN EŞYA “ kavramı, karışıklıklara neden
olabilecektir. Örneğin; Sanık ,sahibi bulunduğu TIR İLE ile YURTDIŞINA
UYUŞTURUCU KAÇAKÇILIĞI YAPARKEN YAKALANDIĞI takdirde ve bu TIR ailenin tek mal
varlığı olduğu takdirde, müsadere kararı verilmeyecekmidir. Özellikle, uygulamada, çok sık rastlanabilecek bu tip
durumlarda Yargıç büyük bir ikilemle
karşı karşıya kalacaktır.
Diğer taraftan;
getirilen düzenlemenin MÜSADERE
KAVRAMININ özüne ters bir anlayışı yansıttığını söylemek yanlış olmayacaktır.
S-23
82.madde:
Bu
madde ile getirilen yeni düzenleme ERTELEME KURUMUNA yeni unsurlar eklenmiştir.
En önemli yenilik “geriye doğru 5
yıl içerisinde kasıtlı bir cürümden
dolayı üç aydan fazla bir hürriyeti bağlayıcı ceza ile mahkum edilmemiş olma”
koşuludur. Diğer bir önemli yenilikte “ DENETİM SÜRESİ İÇERİSİNDE HÜKÜMLÜNÜN
,HÜRRİYETİ BAĞLAYICI CEZAYI GEREKTİREN KASITLI BİR CÜRÜM İŞLER VEYA HAKİMİN
UYARISINA KARŞIN ,İHLALDE ISRAR EDER VEYA DENETİMLİ SERBESTLİK TEDBİRİNİN
UYGULANMASINDA KAÇACAK OLURSA ,ERTELENEN CEZANIN KISMEN VEYA TAMAMEN İNFAZINA
HÜKMEDİLİR.” Hükmüdür.
7.
fıkrada ise CEZASI ERTELENEN HER HÜKÜMLÜ
HAKKINDA BİR YIL İLE BEŞ YIL İÇERİSİNDE DENETİMLİ SERBESTLİK TEDBİRİNE karar verme
zorunluluğu
getirilmiştir.
Çağdaş
Hukuklarda bulunan ,Denetimli serbestlik kurumunun amacı gerekçede belirtildiği
gibi hükümlüde uygun sosyal davranış
biçimlerinin yerleşmesini sağlamak ve suç işlemeyi itiyat haline getirmesinin önünü kesmektir. Daha basit
anlatımla SUÇLUYU DIŞARDADA YARGISAL KONTROL ALTINA ALMAKTIR.
Burada temel sorun yeni getirilen
kuruma uygun olarak Yargı organlarının yeniden yapılanmasıdır. Türk Yargı Sisteminin şu andaki haliyle bu kurumu yasada belirtilen amaca uygun olarak
, yaşama geçirmesini olanaklı görmek
,iyiniyetli bir yaklaşım olacaktır.
Çünkü, bu süreçte hükümlünün meslek etkinliklerini,ikamet yerini, tıbbi
kontrolünü ve alkollü içkilerden uzak kalıp kalmadığının denetlenmesi
gerekecektir. Bunu kolluk güçlerinin yerine getirmesi mümkün değildir. Hükümlüye dışarıda sürekli olarak
denetleyecek, sosyal hizmet uzmanları, psikologlardan oluşan Yargı organlarına
bağlı bir birimin kurulması gerekecektir.
Sonuç olarak;
yargıya bağlı HÜKÜMLÜYÜ KONTROL İŞLEVİNİ YERİNE GETİRECEK kurumsal bir
örgütlenme gerçekleştirilmeden , DENETİMLİ SERBESTLİK KURUMUNU yaşama geçirmek mümkün değildir.
Kurumsallaşma sorunu yanında; süre aranmaksızın ,her türlü ceza
ertelemesinin DENETİMLİ SERBESTLİK KURUMU İÇERİSİNE ALINMASIDA ayrı
bir sorundur.
S-24
Gerekliliğin de
tartışılması gerekir. Örneğin; Bir aylık hapis cezası ertelenen bir hükümlüyü l
yıldan beş yıla kadar DENETİMLİ SERBESTLİK İÇERİSİNE sokmak ne derece doğru
olacaktır. Bu kurumun amacı suçlunun suç işlemeye itiyat haline
getirmesinin önlenmesidir. Yeni bir suç
işlediği takdirde , bir önceki cezasını
çekileceğinin ihtarı suçluların çoğu açısından yeterli bir otokontrol
sağlayacak, ikinci bir tedbirin hukuki gerekliliği ortadan kalkacaktır. Kaldı ki; özellikle kısa süreli hürriyeti
bağlayıcı cezalarda , uzun süreli kamu
gözetimi altında bulundurma, suçluyu yeniden topluma kazandırma ve suçta
itiyadı önleme işlevinin ötesinde İKİNCİ BİR CEZA NİTELİĞİNE bürünecek, fiille
ceza arasındaki hukuki dengeyi ortadan kalkacaktır.
Bu sakıncanın önlenmesi için, denetimli
serbestlik kurumunun uygulanması konusunda, yargıca mutlaka takdir hakkı
tanınmalı ve süre kısıtlaması getirilmelidir. Örneğin; bu süre 6 ay olabilir.
Her ne kadar 8.fıkrada , 7 fıkrada
öngörülen “DENETİM SÜRESİNİN tedbire tabi tutulmadan geçirilmesine karar
verilir “denilmişse de bu başka bir çelişki doğurmaktadır. Oda, DENETİM SÜRESİNİN tedbire bağlı olmaksızın
geçirilmesine hükmedilmesi halinde ,
bu kavramın
hukuki anlamının ne olacağıdır. Çünkü
taslaktaki DENETİM KAVRAMININ kaynağı 94.md.dir. 94/2’deki tedbirler olmayacaksa, DENETİM
KAVRAMINI kullanmanın da hiçbir hukuki
gerekçesi yoktur. Hem 94.md.deki
tedbirler olmayacak, hem de sanık
DENETİM ALTINDA olacak, bu bir
parodokstur. Çünkü hükümlünün TEDBİRE
TABİ OLMAYAN DENETİM SÜRESİ İÇERİSİNDE
nasıl bir davranış göstermesi gerektiği belirsizliğini koruyacaktır.
Bu nedenle, TEDBİRE TABİ OLMAYAN
DENETİM SÜRESİNİ ÖNGÖREN 8. Fıkranın
tümden kaldırılarak, 7. fıkranın girişine
“6 AYDAN FAZLA HAPİS CEZASI ERTELENEN HÜKÜMLÜ HAKKINDA HAKİM GEREKLİ
GÖRDÜĞÜ TAKDİRDE “ ibaresinin eklenmesi
yukarıda belirtilen tüm sakıncaları önleyecektir. Diğer
taraftan, Yargıca takdir hakkı tanınmaması ve süre kısıtlaması getirilmemesi
halinde, (KURUMSALLAŞMA GERÇEKLEŞSE DAHİ ) cezası ertelenen tüm hükümlülerin
denetleme altına alınması iş yükünü olağanüstü artıracak, bunun sonucu olarak
dışarıdaki hükümlüler denetlenemez bir hale gelecek ve denetimli serbestlik
kurumu işlevini tümden kaybedecektir.
S-25
Madde 134: Taksirle adam öldürme fiili
düzenlenmektedir. Tasarı , yürürlükteki
yasadan farklı olarak cezanın alt sınırını 3 yıla üst sınırını ise 6 yıla
çıkarmıştır.
2. Fıkrada ,
fiil birden fazla insanın ölümüne veya
bir insanın ölümüyle beraber 145 md.’nin 2.fıkrasında gösterilen derecede diğer
bir insanın yaralanmasına neden olmuş
ise faile 5 yıldan oniki yıla
kadar hapis cezası verilir , hükmü getirilmiştir.
145/3. madde 145/2’ye göre yaralanmanın daha ağır bir
derecesi olan organ kaybı ,duyu kaybının sürekliliği ve bedende iyileşmesi
mümkün bulunmayan arızaların doğması halindeki cezai sorumlukları
düzenlemektedir.
2. Fıkrada
145/3’ün zikredilmemesi, tasarının kaleme alma aşamasında yapılan bir hata
olarak gözükmektedir. Amaçlanan ve
olması gerekende zaten , daha ağır yaralanmayı düzenleyen 145/3’ün
metinde yer almasıdır.
Çünkü daha hafif derecedeki yaralanmayı, daha
ağır derecedeki yaralanmaya göre daha ağır bir ceza yaptırımına bağlamak,
hukuki olmadığı gibi mantıklıda değildir.
Madde 143: Metinde, işkence suçunun ağırlaştırılmış bir
biçimi olan NİTELİKLİ İŞKENCE suçu düzenlenmektedir. Düzenlemenin A fıkrasında belirtilen
hallerde, 4 yıldan 8 yıla kadar, B fıkrasında belirtilen hallerde ise 5 yıldan
10 yıla kadar hapis cezası verileceği öngörülmektedir.
“ EŞE ”’
,işkence A- fıkrası kapsamına alınmış,
ÜST SOY VE ANALIK VEYA BABALIĞA KARŞI işlenen işkence suçu ise B fıkrası kapsamına alınmıştır. Kendi
çocuğuna karşı işlenen işkence suçu ise
C-fıkrasında düzenlenmiş ve ceza
süresi 6 yıldan 12 yıla kadar olacağı öngörülmüştür.
Ülkemizde aile içi şiddetin , büyük oranda mağdurunun
KADIN olduğu göz önüne alınırsa,
A fıkrası 3.
Bendinin kaldırılarak, B Fıkra 1.bendinin “ EŞE, ÜSTSOYA YAHUT BABALIK VEYA ANALIĞA
KARŞI” şeklinde düzenlenmesi gerekir.
Madde188: haberleşme özgürlüğünün ihlalini
düzenlemektedir. Anayasa’nın 20 ve 22
maddeleri gereği
Özel yaşamın gizliliğinin ve Haberleşme hürriyeti temel insan haklarından
olduğunu kabul edilmiştir. Yine Türkiye’nin taraf olduğu 1966 tarihli BM. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 17
maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8.maddesindede Özel yaşam ve
haberleşme özgürlüğünün temel haklardan olduğu tespit edilmiştir.
Bilgi İşlem
teknolojisinin olaganüstü geliştiği
günümüzde , internet yoluyla yapılan haberleşme ve iletişim her geçen gün
yaygınlaşmakta ve diğer iletişim araçlarının önüne geçmektedir.
S-26
Bu nedenle
taslağın haberleşme özgürlüğünün ihlalini düzenleyen 188-MADDENİN 2.SATIRINA Ek
getirilerek “İNTERNET YOLUYLA YAPILAN
HABERLEŞME METİNLERİNİ İLGİLİNİN RIZASI HİLAFINA” bendinin eklenmesi
hukuksal bir boşluğu dolduracaktır.
Aynı
şekilde, 189.maddenin 1. Satırına bu
ibarenin eklenmesi gerekecektir.
Madde 191: “Söyleşi
sırasındaki konuşmaların kaydedilmesi”suçu yeni bir suç tipidir.
Günlük kullanımda
SÖYLEŞİ tabiri, genellikle belli bir konu üzerinde, o konu üzerinde bilgilenmek
amacıyla toplanan bir gruba, KONUŞMACI
veya KONUŞMACILARIN toplantıda bulunanlara kendi görüşlerini aktardığı
toplantıları anlatmaktadır. Kavram sınırlıda olsa içerisinde ALENİYET
UNSURUNU barındırdığı gibi söyleşiyi izlemeye gelenlerinde, görüşlerini
açıklayabileceğini de , ifade etmektedir.
Kavram Türk Dil Kurumu sözlüğünde ise iki farklı anlam içermektedir
Bunlar ; 1-Arkadaşça, dostça konuşma, 2-Bir bilim veya sanat konusunu konuşmayı
andıran biçimde inceleyerek yapılan edebiyat türü “ olarak ifade
edilmiştir.
SUÇ ise
hayatın gizli alanına ve özel hayata karşı suçları düzenleyen 9. Maddede
düzenlenmektedir. Madde gerekçesinde de
KİŞİLERİN BERABERCE KATILDIKLARI BİR SÖYLEŞİYİ, DİĞER KONUŞMACILARIN RIZASI OLMADAN KAYDA ALMAKTAN
bahsedilmektedir. Gerekçeden ve maddeden anlaşılan , SUÇUN UNSURLARINDAN
BİRİNCİSİ SANIĞIN KONUŞMACI OLMASIDIR.
Burada iki temel
sorun ortaya çıkmaktadır. Birincisi
SÖYLEŞİ kavramının ALENİYET UNSURUNU içermesi, ikincisi ve daha önemlisi ise
EĞER SANIK YALNIZCA TOPLANTIYA DİNLEYİCİ
SIFATIYLA katıldıysa ve eylemi bu sıfatla işlediyse, ne
olacağıdır. Hatta bir diğer soru;
Eğer sanık bu konuşmaları GÖRÜNTÜ ALMA
CİHAZI ile kaydettiyse cezai sorumluluğu ortadan kalkacakmıdır?
191 md. ile
getirilen yeni suç tipi, tasarıdaki biçimiyle
yürürlüğe girdiği takdirde, bu sorularında yanıtlarının verilmesi gerekir.
Eğer düzenlemenin amacı, günlük yaşamda insanların
birbirleriyle olan ilişkilerinde, samimi bir ortamda birbirlerine söyledikleri sözleri ÖZEL YAŞAM
kapsamı içerisine alarak,
özel yaşamın bir
unsuru haline getirmek ise kavramalarında ona uygun olarak kullanılması
gerekir. Kaldı ki; o takdirde bu
düzenlemeye de gerek yoktur. Çünkü 190.md. bu suçu tanımlamaktadır.
S-27
Eğer amaç bunun
ötesinde, günlük kullanımdaki anlamıyla her türlü söyleşiyi suçun kapsamına
almaksa, uygulamada büyük sorunlara
neden olacaktır.
Örneğin ; Bir edebiyat söyleşisini, ses
kaydına alan GAZETECİNİN EYLEMİNİ dahi
suç kapsamına almak gerekecektir.
Bu nedenle,
uygulamada maksadın ötesinde , sonuçlar doğmaması için maddenin tasarıdan
çıkarılması yerinde olacaktır.
Madde 222: : “KARŞILIKSIZ YARARLANMA” başlığında
düzenlenen bu suçta, ücreti karşılığı hizmet veren otel pansiyon gibi yerlerde
kalıp ücretini ödemeyenlerin ,lokanta ve benzeri yerlerde yiyip içip ücretini
ödemeyenlerin ve taksi ve ulaşım araçlarını kullanıp ücretini ödemeyenlerin
fiilleri cezai sorumluluk altına alınmaktadır.
“KARŞILIKSIZ
YARARLANMA” suçu Ceza Hukukunda en çok tartışılan kavramlardan biridir. Ceza
doktrininde baskın görüş, bu türden bir
eylemin tümden hukuki nitelikte olduğu ve sözleşmeden doğan bir edimin yerine
getirilmemesi anlamını taşıdığı, bu nedenle fiilin cezai sorumluluk altına
alınmasının Ceza Hukuku ilkelerine aykırı olacağıdır.
Bu açıdan
düzenleme Kasım/2001 değişikliğinden sonra
Anayasa’nın 38.maddesinin son cümlesindeki “HİÇ KİMSE ,YALNIZCA
SÖZLEŞMEDEN DOĞAN BİR YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ YERİNE GETİREMEMESİNDEN DOLAYI
ÖZGÜRLÜĞÜNDEN YOKSUN BIRAKILAMAZ” hükmüne
açık bir aykırılık teşkil edecektir.
Madde 229: Düzenlemede “MAL VARLIĞINA KARŞI İŞLENEN
SUÇLARDA” genel bir hukuki uygunluk hali getirilmektedir. Yağma ve korkutarak
faydalanma suçunun düzenlendiği 206 –207 ve 208 maddeler ayrık olmak üzere,
fiilin 1-Haklarında ayrılık kararı verilmemiş eşlerden biri, 2-Üst soy veya alt
soyunun veya bu derecede kayın hısımlardan birinin veya analık babalık veya
evlatlığın, 3- Faille beraber bir dam altında yaşayan kardeş aleyhinde
işlenmesi halinde kovuşturma yapılamayacağı düzenlenmiştir.
Son fıkrasında
ise ayrılık kararı verilmiş eşler, faille beraber yaşamayan kardeşler veya aynı
dam altında yaşayan sıhri hısımlar aleyhinde işlenmesi halinde ise ŞİKAYETE
BAĞLI OLACAĞI ve takdir olunacak cezanın yarı oranında indirileceği
öngörülmüştür.
Mala karşı
işlenen suçlarda getirilen bu genel hukuka uygunluk hali, yürürlükteki yasanın
524.maddesi karşılığıdır. “ BİR MALI
RIZASI DIŞINDA” elinden alınan her yurttaş, fail kim olursa olsun, hukuki
koruma altına alınmalıdır. Kan bağı veya
hısımlığın “HUKUKA AYKIRI BİR FİİLİ”
hukuka uygun hale getirmesi, temel haklara aykırıdır.
S-28
Üstelik ülkemizde
oldukça yaygın olan bir davranış biçimidir.
Düzenlemenin 3
fıkrasının son cümlesindeki “ZARARINA OLARAK İŞLENMİŞ OLURSA FAİL HAKKINDA
KOVUŞTURMA YAPILMAZ “ hükmünün ve
2.fıkranın/son cümlesindeki “BU TAKDİRDE CEZA YARISI ORANINDA İNDİRİLİR” hükmünün
kaldırılması ile birlikte, fiil “
KOVUŞTURULMASI TAKİBE ŞİKAYETE BAĞLI
SUÇ” a dönüşecek, ülkemizde bu güne
kadar çok istismar edilen bu davranış biçimi de yaptırım altına alınmış
olacaktır.
Madde 231 :Düzenlemede CAN VE MALI KORUMA başlığı
altında bir HUKUKU UYGUNLUK hali öngörülmektedir. Ancak;yürürlükteki yasanın 461.maddesinin,tasarının 231
maddesinde aynen düzenlenmesi ise bir çelişkidir . Bilindiği üzere 461 madde
sadece mala karşı saldırı açısından bir hukuka uygunluk sebebidir. Tasarıda
genel bir hüküm olarak düzenlenen 28.madde ile meşru savunma tüm haklar için
öngörülmüş iken ayrı bir madde olarak yasanın özel bölümünde müşterek hüküm
olarak ayrı bir düzenlemenin yapılmasının hukuki açıdan gereksizdir. Tasarının genel gerekçesinde sistematik ve
kolaylık hedeflendiği belirtilmiş,ancak bu örnekte olduğu gibi gereksiz ve
mükerrer iki ayrı düzenleme yapılmıştır.
Madde 233 : Düzenleme yürürlükteki yasanın 464 Md. karşılığı olmakla birlikte, suçun
niteliği ve vasfı tümden değiştirilmiştir.
464.maddede suçun
maddi unsuru ÖLÜMLE VE YARALANMAYLA SONUÇLANAN KAVGADA MAĞDURA EL UZATMAK İKEN,
233.MADDEDE yalnızca KAVGAYA KARIŞMIŞ OLMAK SUÇUN MADDİ UNSURU HALİNE
GETİRİLMİŞTİR.
Fakat yinede
getirilen düzenlemenin, 464’ün bütünü değil yalnızca, 464/3’deki suç tanımına
uyduğu söylenebilir.
Burada bir hukuki
boşluğun doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 464/1-2 ve 4 bentlerindeki düzenlemeler
tümden ortadan kaldırıldığına göre, ölümle sonuçlanan bir kavgada ölüye veya
yaralıya el uzatanlar ile el uzatmadan yalnızca kavgaya karışmış olanların
sorumluluğunun aynı dereceye getirildiği, tespitini yapmak gerekecektir. Oysa, 464/1’deki cezai
sorumluluk oldukça ağırdır. Bu durumdaki fail 2 yıldan 5 yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılmaktadır. Cezai
sorumluluklardaki farklılığın tümden ortadan kaldırılması, ceza adaleti
açısından, temel bir sorun olarak gözükmektedir.
S-29
Fakat düzenlemede
getirilen ASIL SORUN İSE 2. FIKRADIR.
Çünkü 2 fıkradaki”Bir saldırıyı
defetmek, başka bir kişiyi savunmak veya kavgacıları ayırmak maksadıyla
girişilmiş eylem dolayısıyla faile ceza verilmez” hükmünü mantıki bir temele oturtmak mümkün
gözükmemektedir.
Bir kişi kişisel
zevki için bir kavgaya karışmaz. Bu ancak Amerikan filmlerindeki BAR SAHNELERİNDE
görülen bir durumdur. Bir kavgaya karışmadaki temel amaç, kavgaya karışanlardan
birine yönelen saldırıyı defetmek veya başka bir kişiyi savunmak veya
kavgacıları ayırmak kastıdır.
Bu nedenle
233/2’de HUKUKA UYGUNLUK HALİ olarak getirilen düzenleme, 233/1 de getirilen
cezai sorumluluğu tümden ortadan kaldırmaktadır.
Madde 288: Sağlık raporlarında sahtecilik suçunun
düzenlendiği, 288 .maddenin 5.fıkrası
“İşkenceye
ilişkin delilleri gizlemek” suçunun düzenlendiği 4.fıkraya bir denge unsuru
gibi getirilmiştir.
Düzenlemede
“GERÇEKTE İŞLENMİŞ BİR SUÇ VEYA İŞKENCE,ZALİMANE VEYA İNSANLIK DIŞI BİR FİİL
VAR OLMADIĞI HALDE,BUNLARI VARMIŞ GİBİ GÖSTERMEK SURETİYLE BELGE DÜZENLEYENLER
HAKKINDA YUKARIDAKİ FIKRAYA GÖRE (4
YILDAN 15 YILA KADAR) CEZALANDIRILIR” hükmü getirilmiştir.
Metnin kalem
alınışında ağır bir hukuki hata yapılmaktadır. Öncelikle “İŞKENCE VE İNSANLIK
DIŞI FİİL “ kavramı hukuki bir kavramıdır.
Bu nedenle ADLİ MUAYENELER sonucu
düzenlenen sağlık raporlarında, sanıkların işkence veya zalimane muamele görüp
görmediklerinin tıbbi açıdan değerlendirmesi yapılmaz. Yalnızca sanık veya mağdurdaki FİZİKİ BULGULAR TESPİT EDİLEREK, bu
bulguların iş ve gücüne mani olabilecek nitelikte bulunup bulunmadığının tıbbı
tespiti yapılır. Ayrıca fiziki şiddet bir araç vasıtasıyla gerçekleşmişse ,
şiddete ilişkin bulguların hangi araç yardımıyla gerçekleşebileceği de
belirtilmektedir.
İşkencenin mağdur
üzerindeki en önemli etkisi olan PSİKOLOJİK TRAVMAYLA ilgili olarak, resmi raporlarda bir değerlendirme
yapılmamaktadır. Bu nedenle ülkemizde işkence ile ilgili yargılamalarda bu güne
kadar, fiziki bulgular esas alınmıştır.
S-30
Yukarıdaki
değerlendirmeler ışığında bakıldığında, bu düzenlemenin hekimler üzerinde bir baskı ve tehdit oluşturacağı aşikardır. Düzenleme bu haliyle yasalaştığı takdirde,
işkence bulgularını saptayan hekim artık iki sefer düşünme zorunda kalacaktır.
Çünkü, işkence ile ilgili kalıcı bir fiziki bulgu olmadığı sürece, bu durum
hekim açısından büyük bir risk oluşturacaktır. İşkence ile ilgili fiziki
bulguların çoğu zaman birkaç gün içerisinde kaybolduğu düşünülürse, hangi
hekimin bu büyük riski kaldırabileceğinin de yanıtının verilmesi gerekir.
Diğer taraftan
getirilen düzenlemede, bu nitelikteki belgelerin RESMİ BİR NİTELİK taşıması
koşuluda aranmamaktadır. Serbest çalışan
tüm hekimlerde bu düzenleme ile cezai risk altına girmiş altına
girecektir. Fakat asıl büyük riskle,
İnsan Hakları vakfı gibi İşkence Tedavi
Merkezlerini bünyesinde oluşturan
sivil örgütler karşı karşıya kalacaktır.
Düzenlemenin daha
da ilginç noktası 288.maddenin başlığının SAĞLIK RAPORLARINDA SAHTECİLİK
olmasına rağmen, 5. Fıkrada “BELGE DÜZENLEYENLER” denmek suretiyle, suç failinde “SAĞLIK
PERSONELİ “ olma koşulunun, düzenlenen belgenin de “rapor” niteliği taşıma koşulunun
aranmamasıdır. Hukuki açıdan tümden muğlak ve belirsiz olan bu ifade ile
işkence ile ilgili her türlü iddia, cezai yaptırım tehdidi ile karşı karşıya
kalacaktır.
Sonuç
olarak; düzenlemenin ardındaki mantık
“İŞKENCE İDDİALARI KAYNAĞINDA KURUTULDUĞU TAKDİRDE, İŞKENCE SORUNUDA ORTADAN
KALKAR” anlayışına dayanmaktadır. Bu
nedenle 5.fıkra tümüyle tasarıdan çıkartılmalıdır. Bu durumda, hukuki boşluk
olacağını da söylemek mümkün değildir. Zira,
288.maddenin 1 ve 3. Fıkralarında zaten sahte rapor vermek cezai
yaptırıma bağlanmıştır.
Madde 294: 312.md. karşılığıdır. Cürmü övme ve kanunlara
uymamaya tahrik başlığı altında düzenlenmiştir. AB. Sürecinin başlaması ile
birlikte, uygulamada en çok tartışılan hükümlerden biridir. 312.madde 6.2.2002 tarihinde yürürlüğe giren
5744 sayılı yasa ile değişikliğe uğramış,2. fıkraya ”HALKI BİRBİRİNE KARŞI KAMU
DÜZENİ İÇİN TEHLİKELİ OLABİLECEK ŞEKİLDE “ ibaresi eklenerek , özel bir tehlike
koşulu getirilmiştir. 294/2’de
getirilen düzenleme bu düzenlemeye koşut bir şekilde kalem alınmıştır.
312.madde
uygulamasında bu güne kadar, resmi
politikalara karşı her türlü muhalif duruşun,
bu madde
kapsamında değerlendirildiğini görmekteyiz.
S-31
Gerekçede , örnek olarak verilen Avusturya
Ceza Kanunun 283.maddesindeki “KİLİSE VEYA
DİN GRUPLARINI VEYA IRKA VEYA HALK GRUBUNA KARŞI KAMU DÜZENİNİ ALANEN
DÜŞMANCA BİR EYLEME GİRİŞİLMESİ ÇAĞRISI “,ile
Alman Ceza Kanunun 130.maddesindeki “TOPLUMSAL BARIŞI BOZMAYA ELVERİŞLİ
ŞEKİLDE, 1-HALK GRUPLARINI BİRBİRİNDEN NEFRET ETMEYE VEYA HALK GRUPLARI ALEYHİNE CEBİR VE
ŞİDDET UYGULAMASINA VEYA KEYFİ UYGULAMALAR YAPILMASINA TAHRİK ETMEK,
fillerinin cezai sorumluluk altına almak kastı ile 312/2 ve 294/2’nin aynı
amaca yönelik olduğunu iddia etmek, hukuki açıdan mümkün değildir.
Batı Ceza
Kanunlarındaki bu düzenlemelerin temel amacı, BİR IRKA VEYA DİNİ AZINLIKLARA
KARŞI YÖNELEBİLECEK HER TÜRDEN ŞİDDETE DAYALI ÖRGÜTLENMELERİN ÖNÜNÜ KESMEKTİR.
Ceza hukuku
açısından, bizdeki gibi muğlak ve soyut değil “YOĞUNLAŞMIŞ BİR KAST”
aranmaktadır. Aranan bu özel kastın
unsurları da “ ŞİDDETE TEŞVİK” ve “BİR
IRKI VEYA GRUBU AŞAĞILAMAKTIR”
Gerek 312/2 gerekse de 294/2 deki getirilen
düzenlemenin , ayni hukuki yararı korumak amaçlı olduğu söylenmekte ise
de, suçun vasfı ve niteliği tümden
farklıdır. Zaten uygulamada da bu
farklılık açıkça ortaya çıkmıştır.
312/2’de
getirilen yasaklamaların özü, Modern Hukuktaki “IRKÇILIĞI VE AYRIMCILIĞI”
önleme kastına değil, Anayasa’nın
Kasım/2001’değişikliğinden önceki 14. Maddesindeki
“ÖZGÜRLÜKLER SOSYAL BİR SINIFIN DİĞER SOSYAL SINIFLAR
ÜZERİNDEKİ EGEMENLİĞİNİ SAĞLAMAK,VEYA DİL ,IRK,DİN VE MEZHEP AYRIMI YARATMAK
VEYA SAİR SAİR HER HANGİ BİR YOLDAN BU
KAVRAM VE GÖRÜŞLERE DAYANAN DEVLET DÜZENİ KURMAK AMACIYLA KULLANILAMAZ” hükmünün ceza hukukuyla yaptırım altına
alınması kastına dayanmaktadır.
Bu anlamda, 4709 sayılı yasayla Anayasa’da 2001’de
yapılan değişikliklerden sonra, değişiklik öncesi 14.maddeki “dil,ırk,din ve
mezhep ayrımı” yasağını somutlaştıran 312/2’nin
yeni düzenlenen
13. Maddedeki kriterlere göre yani “ DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİ GEREKLERİNE GÖRE”
yeniden demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması gerektiği hukukçular
arasında yaygın bir görüştür.
S-32
Diğer taraftan,
Türkiye AB. Giriş süreci içinde kendi iç hukukunu birlik hukukuna uyumlu hale
getirme yükümlülüğü altına girmiştir.
Avrupa Birliğindeki temel hakları
korumada ,bir yandan üye devletlerin anayasa standartları, diğer yandan İnsan
hakları Avrupa Sözleşmesi ve İnsan Hakları Mahkemesi’nin ictihatlarının temel
alındığı göz önüne alınırsa, Türkiye’nin anayasal düzenini ve iç hukukunu İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesine ve AB. standartlarına uygun hale getirmek , zorunda
olduğunu tespit etmek gerekir. Türkiye’nin kendine özgü koşulları olsa
bile (Bu öznel koşulların düşüce ve ifade özgürlüğü önündeki engelleri meşru kılması mümkün değildir) bu öznel
koşulların, Çağdaş dünyanın İnsan Hakları alanında getirdiği standartlar
ışığında, ( temel hak ve özgürlükleri,
kamusal otorite lehine sınırlayıcı biçimde
değil) demokratik toplum kriterleri ölçüt alınarak yorumlanması
gerekir.
TCK-141 ve 142
maddelerin yürürlükten kaldırılmasından
12 yıl sonra “SOSYAL SINIF” kavramının
bile metinde yer alması, (bırakalım
AB.sürecini ve Kasım/2001 değişikliklerini) 1991 yılında yapılan
değişiklerin hukuken hiçbir anlamının olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak;
312/2 ve 294/2 mevcut hali ve uygulama
sonuçları ile Türkiye’nin temel haklar alanında çağdaş standartlara ulaşma
hedefinin önünde büyük bir engel olma, özelliğini korumaktadır. Anayasamızın 13.maddesindeki ” ÖLÇÜLÜLÜK
İLKESİNE” uygun olarak yeniden kaleme alınması,
çağdaş dünyayla bütünleşme yolunda atılmış somut bir adım olacaktır.
Madde 295: “ Kanunun cürüm saydığı yayının nakli”
başlığı altında düzenlenen suç, yürürlükteki yasanın 311/2 maddesinin karşılığı
olarak tanımlanmışsa da, suçun niteliği ve vasfı tümden farklıdır. Çünkü;
311/2.md. de SUÇ İŞLEMEYİ TAHRİK FİİLİNİN YAYIN ARAÇLARIYLA YAPILMASININ
AĞIRLAŞTIRICI BİR UNSURU “düzenlemiştir.
Oysa buradaki
düzenlemede yeni bir suç tanımı getirilmektedir.
Bu suç “KANUNUN CÜRÜM SAYDIĞI BİR YAYININ HER
HANGİ BİR İLETİŞİM ARAÇLARIYLA NAKLİDİR.”
Suç işlemeye alenen tahrik farklı bir kavramdır. Kanunun suç saydığı bir
yayını nakletmek farklı bir kavramdır. Üstelik bu güne kadar hukukumuzda
olmayan bir kavramdır.
295.madde genel
bir sorumluluk halidir. Oysa, Basın
kanunun 16.maddesi ile yasanın suç
saydığı yayınlarla ilgili olarak , sorumluluk halinin sınırları ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
S-33
16.madde de getirilen düzenlemede :
Basın yoluyla işlenen
suçlardan dolayı ceza sorumluluğu:
1. (Değişik: 15/5/2002 -
4756/19 md.) Mevkutelerle işlenen suçlarda sorumluluk, suçu meydana getiren
yazıyı veya haberi yazan veya resmi veya karikatürü yapan kimse ile beraber bu
mevkutenin ilgili sorumlu müdürüne; 19 uncu maddeye aykırı hareket edilmesi
halinde ise sözü edilen kişilerle birlikte mevkutenin sahibi olan gerçek kişiye
ve mevkute sahibi olan anonim şirketlerde yönetim kurulu başkanı ile diğer
şirket ve tüzel kişilere ait mevkutelerde tüzel kişiliğin en üst yöneticisine
aittir. Ancak, sorumlu müdürler için verilen hürriyeti bağlayıcı cezalar,
sürelerine bakılmaksızın para cezasına çevrilerek hükmolunur ve bu cezalar
ertelenemez.
2. Sorumlu müdür,
mevkutelerde müstear adla veya imzasız veya remizli imza ile yayınlanan yazı
veya haber veya resim veya karikatür sahiplerinin adlarını bildirmek zorunda
değildir. Sahibi belli olmayan veya sorumlu müdür tarafından en geç mahkemece
yapılacak birinci sorgusu sırasında sahibi doğru şekilde açıklanmayan yazı veya
haber veya resim veya karikatürden dolayı sorumluluk, birinci bent hükmüne
bakılmaksızın, suçu vücuda getiren yazıyı veya haberi yazan veya resmi veya
karikatürü yapan kimse gibi, sorumlu müdüre aittir.
3. Sorumlu müdür mevkutenin
sahibi tarafından,rızasına aykırı olarak yayınlanan yazı veya haber veya resim
veya karikatürden sorumlu değildir. Bu takdirde sorumlu müdür hakkındaki ceza
sorumluluğu, yazı veya haber veya resim veya karikatürü yayınlatana aittir.
4. Mevkute tanımına
girmeyen basılmış eserlerle işlenen suçlarda ceza sorumluluğu suçu oluşturan
eserin yazarı, çevireni veya çizeni ile birlikte yayınlatana aittir. Ancak,
yayınlatanlar için verilen hürriyeti bağlayıcı cezalar sürelerine bakılmaksızın
para cezasına çevrilerek hükmolunur. Para cezasının hesabında 647 sayılı
Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 4 üncü maddesinin birinci bendinde belirtilen
miktarın aşağı haddi esas alınır. Yayınlatanlar için emniyet gözetimi altında
bulundurma cezası verilmez.
Mevkute tanımına girmeyen
basılı eserin sahibinin belli olmaması halinde sorumluluk,yukarıdaki fıkra
hükmüne bakılmaksızın yayınlatana aittir. Eser;
yazarı, çevireni ve
çizeninin bilgi ve izni dışında yayınlandığı takdirde sadece yayınlatan,eseri
vücuda getiren gibi sorumlu olur.
Yukarıda yazılı kişiler
belli olmadığı veya bu kimseler aleyhine Türk Mahkemelerinde dava açılamadığı
takdirde sorumluluk, basana, basan da belli olmadığı takdirde satan ve dağıtana
aittir.
Sahibinin rızası olmadıkça
Türkiye`de yayımlanan yayınlardan aynen yapılacak iktibaslarda sorumluluk,
iktibas edene aittir.
S-34
Bu Kanun ile diğer kanunların
basılı eserin sahip veya yayınlatanını cezai veya hukuki bakımından sorumlu
kıldığı hallerde. sahip veya yayınlatan tüzelkişi ise, temsilen bir gerçek kişi
gösterilmiş olsa bile sorumluluk tüzelkişiye aittir”. Denmektedir
295.madde ile getirilen genel sorumluluk hali,5680 sayılı Basın Kanununun 16.maddesini tümden
değiştirmekte, sorumluluk alanını tümden genişletmektedir. Basın, Yayın yolu ile işlenen suçlarda
getirilecek, her türlü düzenlemenin , Basın Kanunu ile uyum içerisinde olması
gerekir. Basın kanununda bu güne kadar yapılan değişikliklerde,, basın
özgürlüğü ve toplumun haber alma özgürlüğü gözetilerek, cezai sorumluluk
sınırları sürekli olarak daraltılmıştır.
Bu nedenle , tasarının 295.maddesi ; basın özgürlüğü açısından” ilk
başlangıç noktasına dönmek “ anlamını taşımaktadır.
315.madde: Zorla ırza geçmeyi düzenleyen 315.md.nin
3.fıkrasının hangi amaç ve saikle konulduğunu anlamak mümkün değildir.
“BU MADDEDE
YAZILI FİİLLERİN BİRİNCİ FIKRADA BELİRTİLEN HAL VE SURETLERLE KENDİSİNE KARŞI
YAPILMASINI SAĞLAYAN KİMSEYE AYNI CEZA VERİLİR” denmektedir.
Taslaktaki
getirilen yeni düzenlemenin dili oldukça yetersizdir.
Madde metninden
anlaşıldığı kadarıyla,” CEBİR ŞİDDET VEYA TEHDİT EDEREK KENDİSİNE TECAVÜZ
ETTİRMEK” gibi garip bir suç tanımlaması
getirilmiştir.
Bir eylem Ceza
Kanunu ile yaptırım altına alınıyorsa , temel amaç toplum düzeninin
korunmasıdır. Çağdaş Hukuklarda tecavüz fiillerinin cezalandırılma
amacıda, kişinin bedeniz üzerindeki
haklarının güvence altına alınmasıdır.
Kişinin rızası
dışında beden bütünlüğüne yönelik her türden eylemin hukukdışı olduğunun ön
kabulü, temel insan haklarının gereğidir.
Tecavüz
suçlarının faili bilindiği gibi erkektir. Halen yürürlükte bulunan Ceza
Kanununa göre bir kadının tecavüz suçunun asli maddi faili olması hukuken
mümkün değildir. Bu yeni düzenleme ile birlikte kadında tecavüz suçunun asli
maddi faili haline sokulmaktadır.
S-35
Tıbbi açıdan ve
erkeğin fiziksel özelliklerinin doğal sonucu olarak, bir erkeği zorla aktif
olarak cinsel bir eyleme zorlamak mümkün değildir. Erkeğin aktif olarak cinsel eylemi başladığı
anda rızasının doğması fiziğinin gereğidir.
Rızanın olduğu anda da artık ZORDAN bahsedilemez.
Kaldı ki, aksi olsa dahi böyle bir düzenlemenin eksikliği bu güne
kadar toplumda hissedilmemiştir.
Aslında anlamsız
gibi görülen böyle bir düzenlemenin getirilmesi, Ceza yargılamasında ileride
büyük karışıklıklara neden olabilecektir.
ÇÜNKÜ HER TECAVÜZ SANIĞI KENDİSİNİN ZORLA MAĞDUR TARAFINDAN BU EYLEME
ZORLANDIĞINI İDDİA EDEREK ŞİKAYETÇİ
OLABİLECEKTİR. Bu durumda da tecavüz suçunun mağduru bir anda SANIK KONUMUNA
itilecektir.
Bu nedenle bu
FIKRA taslaktan bütünüyle çıkarılmalıdır.
Madde 311: Ulaşım araçlarının tahribi suçu
düzenlenmektedir. 3. Fıkrada ki “BİR ARACI,HAREKETİNİ ENGELLEYECEK DERECEDE
BOZAN VEYA BUNA ZARAR VEREN KİMSE ,
YAPILAN ZARARIN DERECESİNE GÖRE,ALTI AYDAN BİR YILA KADAR HAPİS CEZASI İLE
CEZALANDIRILIR “hükmü ,ZARAR VERME suçunun düzenlendiği 209. Madde ile hukuki
açıdan uyumsuzluk göstermektedir.
Bir taşıt
aracı hukuki açıdan TAŞINMAZ MAL
NİTELİĞİNDEDİR. Bir aracın çalışmasının
engellenmesi ve bozulması da TAŞINMAZ
BİR MALA verilen zarar olarak görülmesi gerekir. Bir aracı zarar vermekle, diğer bir taşınır
veya taşınmaz malı zarar vermek arasında VEHAMETİ artıran hukuki unsur
nedir? Bu durumda korunması istenen
hukuki yarar belirsiz gözükmektedir.
Madde metni bu
anlamda muğlak ve anlaşılmaz gözükmektedir.
Taşıt araçları için özel bir suç hali , hukuki açıdan gerekli görülmekte
ise, özel araç ve genel araç ayrımı getirilerek, “ORTAK ULAŞIM ARACI VEYA HALKA
TAHSİS EDİLMİŞ GENEL ULAŞIM ARACINA” ifadesinin konması daha doğru
olacaktır.
Özel bir aracı
bozmanın, kamu düzeni açısından vehameti
artıran bir yönünün bulunmadığını düşünüyoruz.
s-36
Kaldı ki;
209.maddede düzenlenen MALA ZARAR VERME suçu, şahsi şikayete bağlı bir suçtur.
311.maddedeki suç ise şahsi şikayete bağlı bir suç değildir.
Metinin bu halde
kalması, uygulamada büyük sakıncalar doğuracak,
çağdaş suç ve ceza politikasının ilkelerine aykırı sonuçlar
doğuracaktır.
322 maddede Onbeş yaşının
bitirmemiş bir çocuğa ilişkin müstehcen görsel ve işitsel verilerin yayını
yasaklanmaktadır.
Bilgi işlem
teknolojisinin olağanüstü geliştiği günümüzde, özellikle İnternet yoluyla küçüklere ilişkin cinsel istismarın yaygınlaştığı
gözlenmektedir. Porno siteleri ve elektronik posta yoluyla küçüklerin porno görüntüleri
bilgisayar kullanıcılarına ulaştırılmaktadır.
Küçüklere yönelik cinsel istismarın somut bir örneği olan elektronik
ortamda yapılan bu yayınların önlenmesi için tüm Dünya’ da tedbirler
alınmaktadır. Buna koşut olarak Taslaktaki
322 maddeye VE İNTERNET YOLUYLA YAYINLAYAN ibaresinin eklenmesi, bu konuda ileride
doğabilecek büyük bir hukuksal belirsizliği ortadan kaldıracaktır.
Madde 359 :
Düzenleme yürürlükteki TCK’nın 127/5. fıkrası
karşılığıdır. “MİLLİ MEFAATLER” kavramı,
yeni düzenlemede “TEMEL MİLLİ YARAR” olarak tanımlanmıştır. Yürürlükteki
düzenlemeden birinci farklılık nelerin
TEMEL MİLLİ YARAR olarak kabul
edileceğinin tahdidi olarak sayılmasıdır. Bunlar; BAĞIMSIZLIK, TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ
MİLLİ GÜVENLİK, CUMHURİYETİN ANAYASADA BELİRTİLEN TEMEL NİTELİKLERİ,DİPLOMASI
VE SAVUNMA ARAÇLARI, TÜRKİYE’DE VE YABANCI ÜLKEDE YAŞAYAN VATANDAŞLARIN
ESENLİĞİ,MİLLETİN İÇİNDE BULUNDUĞU DOĞAL ÇEVRE, EKONOMİK VE BİLİMSEL
OLANAKLARININ TEMEL UNSURLARI VE KÜLTÜREL VARLIĞI ‘dır.
İkinci
farklılık ise SUÇUN MADDİ UNSURUNDA ortaya çıkmaktadır. Daha önceki
düzenlemede,MADDİ UNSUR YALNIZCA YABANCILARDAN ÇIKAR TEMİNİ iken yeni tasarıda
HER TÜRLÜ ÇIKAR TEMİN etmek, suçun MADDİ UNSURU haline getirilmiştir.
Suçun maddi unsurunda getirilen bu
farklılık, her ne kadar ifade aynı olsa da, suçun niteliğini ve türünü tümden
değiştirmektedir. Tasarıyla sunulan ekte
; bu suç 127/4 madde karşılığı olarak gösterilmiş ve
ilk bakışta kapsam biraz genişletilmiş gibi gözükse de , bu suçun Ceza
Hukuku açısından 127/4’ün tam karşılığı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
Bu suça tasarıyla
getirilen YENİ BİR SUÇ TÜRÜ olarak bakmak gerekecektir.
S-37
Çünkü, 127.
Maddeye bütün olarak bakıldığında SAVAŞA
TAHRİK eylemini cezalandırmaktadır. 127 /4 ‘deki “milli menfaatlere aykırı hareket kavramını”
SAVAŞA TAHRİK suçunun bir türü olarak değerlendirmek gerekirken, suçun maddi unsurunu genişleterek, bütünden
kopartılması bu maddeyi 127/4 gibi
bakmamızı engelleyecektir.
Bir
eylemin ceza hukukunda yaptırım altına alınmasının temel amacı kamu düzeninin
korunmasıdır. Burada suçun manevi unsuru
“TEMEL MİLLİ YARARIN İHLAL” kastıdır.
Kamu düzeni
açısından korunması gereken değer “ TEMEL MİLLİ YARAR” ise doğrudan veya dolaylı olarak ÇIKAR karşılığı
işlenme koşulu aranmasındaki, hukuki amaç nedir ? Bu sorunun yanıtı çok
önemlidir. Herhangi bir çıkara
dayanmaksızın “TEMEL MİLLİ YARAR”
aleyhine eylemde bulunan bir şahıs neden cezai sorumluluk altına alınmamıştır.
Diğer bir
anlatımla; bir suçun oluşması için ASLİ
MANEVİ FAİLİN (Çıkar vaadeden) olmasını şart koşmak, suç ve ceza teorisi ile
bağdaşacakmıdır.
Daha açık bir
tabirle, korunması gereken hukuki
yarar“TEMEL MİLLİ ÇIKAR” ise bunun her
koşulda korunması gerekmez mi?
Bu sorunların
yanıtını Ceza Hukuku açısından bilimsel
bir temele oturtmak mümkün olmadığı gibi,
mantık kurallarıyla da uzlaştırmak mümkün değildir. Öncelikle bu
düzenleme hukuki açıdan gerekliliğinde ötesinde, suçun maddi unsuru olarak getirilen ölçüt
akıl kurallarını zorlamaktadır. Bu tespitin yapılması gerekir.
Aslında suçun “
MADDİ UNSURUNDA “ getirilen bu ölçüt, birazda
tasarıyı hazırlayanların utangaçlığını
yansıtmaktadır. Metinden ve
gerekçeden anlaşıldığı kadarıyla , tasarıyı hazırlayanlardaki arzu
resmi politikalara karşı söz ve
eylemde bulunanların cezalandırılmasıdır.
Fakat “ÇIKAR” unsurunun kaldırması halinde, yükselen tepkileri
göğüslemek mümkün olmayacaktır.
Çünkü böyle bir
düzenleme doğrudan doğruya fikir ve düşünce özgürlüğüne açık bir müdahale
olacaktır. Fakat oluşabilecek tepkileri
yumuşatmak amacıyla, SUÇUN MADDİ UNSURUNDA getirilen bu ölçüt bu sefer CEZA
HUKUKUNUN TEMEL İLKELERİNİ alt üst etmiştir.
S-38
Diğer
taraftan tartışılması gereken diğer bir
nokta; “TEMEL MİLLİ YARAR” kavramıdır.
Son
fıkradaki bu yararlardan “CUMHURİYETİN
ANAYASADA BELİRTİLEN TEMEL NİTELİKLERİ” kavramını bir ölçüde anlamak
mümkündür. Çünkü Anayasa’nın 14.
Maddesine göre Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırını bu kavram çizmektedir. Bu
kavramın korunması için 359 madde benzeri bir düzenlemeye hukuksal bir
gereksinme var mıdır? Buda şimdilik tartışma dışıdır. Fakat,
DİPLOMASİ VE SAVUNMA ARAÇLARI, TÜRKİYE’DE VE YABANCI ÜLKELERDE YAŞAYAN
VATANDAŞLARIN ESENLİĞİ, MİLLETİN İÇİNDE BULUNDUĞU DOĞAL ÇEVRE, EKONOMİK VE
BİLİMSEL OLANAKLARININ TEMEL UNSURLARI (ne demekse ) VE KÜLTÜREL VARLIK” kavramlarından ne anlaşılacaktır.
Örneğin DİPLOMASİ
VE SAVUNMA ARAÇLARI kavramı neyi ifade etmektedir. Gerekçede belirtildiğine göre, bu kavramdan
Türkiye’nin uluslar arası alanda ileri sürdüğü TEZLERİ anlamamız istenmektedir.
CEZA KANUNUNU BİLMEMEK MAZARET SAYILMAZ
2. Madde düzenlemesidir. Bu
durumda bu ilkenin değiştirilerek “
KANUNU VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA TEZLERİNİ BİLMEMEK MAZARET SAYILMAZ”
ilkesinin bir hukuk kuralı haline getirilmesi ihtiyacı doğacaktır. Tabi ki
bu yeterli olmayacaktır. Tüm
yurttaşların DIŞ POLİTİKA TEZLERİMİZ konusunda ciddi bir eğitim alması
gerekecektir.
Örneğin “kıbrıs konusunda yüzlerce müzakereye konu
olan ve sayfalar tutan bu tezler” konusunda yurttaşları bilinçlendirmek için ciddi bir çaba sarf etmek gerekecektir.
Diplomasi ve
savunma araçları kavramını güçte olsa , yukarıdaki şekilde temellendirmek
mümkündür. Fakat “EKONOMİK VE BİLİMSEL OLANAKLARIN TEMEL UNSURLARI”
Kavramını
yurttaşlara anlatmak , çabanın ötesinde bir durumdur. Çünkü gerekçede bu kavramın ne anlama
geldiği belirtilmediği için, toplumun diğer kesimleri bir tarafa, ekonomi ve bilimle ilgili çevrelerinde bu
kavramın anlamını yorumlamakta oldukça zorlanacağını düşünmekteyiz. Bu kavramı yorumlamak için hayal gücü de
yetersiz kalmaktadır.
TÜRKİYE VE
YURDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIN
ESENLİĞİ, MİLLETİN İÇİNDE BULUNDUĞU DOĞAL ÇEVRE VE KÜLTÜREL VARLIK gibi
kavramlar , yukarıdaki kavram kadar DERİN ANLAM içermemesi nedeniyle , bu
kavramları anlamak nispeten daha kolaydır.
Gerekçede zaten, bu kavramları anlamamızda oldukça yardımcı olmaktadır. SÖZ GELİMİ DOĞAL ÇEVREYİ ZARAR VERİCİ
HAREKETLER, GEZİNMEK, ORMANI
YAKMAK ÜZERE YARAR SAĞLAYAN KİŞİ FİİLİ DAHA AĞIR SUÇ OLUŞTURMUYORSA , BU
MADDEYE GÖRE CEZALANDIRILACAKTIR.
Denmektedir.
S-39
“GEZİNMEK “
kavramı biraz aklı karıştırmakta ise de , buradaki tabir SOKAKTA GEZİNMEK
olarak anlaşılmamalıdır. Burada
GEZİNMEK kavramı, DOĞAL ÇEVREDE VE ORMANDA GEZİNMEYİ ifade etmektedir. DOĞAL ÇEVREDE VE ORMANDA GEZİNMEK , TEMEL
MİLLİ YARARLARIMIZI MI İHLAL ETMEKTEDİR sorusu akla gelse de, tabi ki bu konu
daha derin ve bilimsel bir hukuki tartışma gerektirmektedir.
Fakat buradaki
hukuki gariplik ORMANI YAKMAK ÜZERE YARAR SAĞLAYAN KİŞİ, FİİLİ DAHA AĞIR SUÇ
OLUŞTURMUYORSA BU MADDEYE GÖRE CEZALANDIRILIR. İfadesindedir. Kasten orman yakma suçunun ağır cezayı
gerektiren bir suç olduğunun, gerekçeyi hazırlayanlar tarafından
farkedilmediğini söylemek tabi ki , yanlış olacaktır. Sadece dalgınlıkla yanlış bir örnek verildiğini söylemek ,belki
daha doğrudur.
Temel milli yarar
olarak ifade edilen “VATANDAŞLARIN
ESENLİĞİ” KÜLTÜREL VARLIK kavramları konusunda da yukarıda açıklamalara benzer
şeyler söylemek mümkündür.
Sonuç olarak; 359
maddenin hem gerekçesinde hem metininde yalnız hukukun değil, aklın ve mantığın
kurallarının da oldukça zorlandığını
söylemek yanlış olmayacaktır.
Burada
tartışılması gereken , düzenlemedeki tüm hukuki gariplikler bir tarafa, hukuk
devleti kavramıdır. Anayasa’mızın başlangıç ilkelerinde belirtilen Cumhuriyetin
temel ilkeleri dışında, son fıkrada
belirtilen diğer tüm kavramlar Hükümet
ve siyasi alanın konusuna giren kavramlardır.
Şiddeti övmemek, örgütlememek ve
ırkçılık dışında , her türlü
fikir ve düşüncenin kendisini rahatça ifade edebildiği bir toplum düzenini
yaratmak hukuk devletinin temel
hedefidir. Çağdaş Hukuk devletinde, ne
kadar aykırıda olsa, ne kadar toplumun diğer kesimleri tarafından yadırgansa da
, bireyin şiddet, ırkçılık ve suça
teşvik dışında her türlü fikir ve düşüncesini serbestçe ifade edebilmesi
önündeki her türlü hukuki ve fiili engel ortadan kaldırılır. Buna devletin temel nitelikleri hakkındaki
fikir ve düşünceleri de dahildir.
Çünkü hukuk
devletinde kutsallıklara yer yoktur. Oysa; getirilmek istenen düzenleme , bunun
da ötesinde HÜKÜMET POLİTİKALARININ tartışılmasını engellemektedir.
Bu anlayışın
arkasında, toplumun bir örgütlenme biçimi olan devletin kutsallığı ve
dokunulmazlığını savunan otoriter bir çizgi yatmaktadır. Otoriter bir devlette, kutsallıkların üstü
kazındığında, ilk göze çarpan, iktidar gücünü elinde bulunduranların kirli
çamaşırları olacaktır. Bu yüzden “AÇIKLIK”
otoriter bir devlet modelinde, iktidar sahiplerinin en büyük korkusudur.
S-40
Diğer yandan
getirilen düzenleme, AB.’ne uyum sürecinde, İnsan Hakları alanında, çağdaş
standartları yakalamak amacıyla, Anayasada yapılan Kasım/2001 değişikliğinden sonra yeniden
düzenlenen 13. maddeyede açık bir aykırılık teşkil etmektedir.
13.maddeye göre “
TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER,ÖZLERİNE DOKUNULMAKSIZIN YALNIZCA ANYASANIN İLGİLİ
MADDELERİNDE BELİRTİLEN SEBEBLERE BAĞLI OLARAK VE ANCAK KANUNLA
SINIRLANDIRILABİLİR.BU SINIRLAMALAR, ANAYASANIN ÖZÜNE VE RUHUNA ,DEMOKRATİK
TOPLUM DÜZENİNİN VE LAİK CUMHURİYETİN GEREKLERİNE VE ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİNE AYKIRI
OLAMAZ.”
Hükümet
politikalarının dahi tartışılmasının önüne kesen bu düzenleme, İnsan Haklarına
dayalı, demokratik bir toplum olma
yolunda ilerleyen bu ülkenin, hukuk alanında büyük bir ayak bağı olmaya aday
gibi durmaktadır.
Madde 363-365: Düzenleme ,
suçun niteliğinde ve maddi unsurunda
farklılığa rağmen 146.md. karşılığıdır.
146.maddede mevcut
Anayasa’yı zorla kaldırmak , değiştirmek
ve TBMM. ıskata ve görevini yapmaktan mene zorla teşebbüs edenler cezalandırmakta iken, yeni düzenlemede ,
363.md.de Anayasal düzeni
değiştirmek ve 365 maddede ise TBMM’ni.
ortadan kaldırmak ve görevini yapmasını engellemek fiilleri iki farklı suç
tanımı altına sokulmuştur.
Ülkemizde siyasi nedenlerle idam
cezasına hüküm giyenlerin büyük çoğunluğuna, 146.madde
uygulanmıştır.
Hukukumuzda bu güne kadar en çok
tartışılan maddelerden biri bu olmuştur.
146. madde de
, suçun maddi unsuru Anayasal düzeni
CEBREN değiştirmeye teşebbüs iken,
gerekçede de belirtildiği
gibi, “ ANAYASA”NIN HÜKÜMLERİNE AYKIRI OLARAK VE ANAYASANIN MÜSAADE ETMEDİĞİ
USULLERLE” ibaresi kullanılarak, CEBRİDE
İÇİNE ALAN HUKUKA VE KANUNA AYKIRI TÜM YOLLAR suçun maddi unsuru haline
getirilmiştir.
Yine gerekçede,
bu durumun hukuksal nedeni olarak, ANAYASANIN MÜSAADE ETTİĞİ USUL VE YOLLARLA
ANAYASA DÜZENİNE AYKIRI BİR NETİCE DOĞDUĞUNDA ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMAK
SURETİYLE DÜZELTİLMESİ MÜMKÜN OLAN BU HALLERİN SUÇ OLUŞTURMAYACAĞI gösterilmiştir.
S-41
Öncelikle 363 ve
365’ün kaleme alınışında, ağır bir anlatım hatasını ilk başta görmek mümkündür.
Şöyle ki; “ TC.
ANAYASASININ HÜKÜMLERİNE AYKIRI OLARAK VE ANAYASANIN MÜSAADE ETMEDİĞİ
USULLERLE, ANAYASANIN ÖNGÖRDÜĞÜ DÜZENİ ORTADAN KALDIRMAYA” ifadesi toplumda
büyük bir zihin karışıklığa yaratmaya ,
aday olmuş gibi gözükmektedir.
Bu ifadeden ilk
anlaşılan, sanki MEVCUT ANAYASAL DÜZEN, ANAYASANIN MÜSAADE ETTİĞİ USULLERLE
DEĞİŞTİRİLEBİLECEĞİDİR.
Diğer bir
anlatımla, ANAYASAL DÜZEN
DEĞİŞTİRİLEBİLİR. FAKAT ANAYASADAKİ USUL VE YÖNTEM TAKİP EDİLMELİDİR.
Metni kaleme
alanların , kastının bu olmadığını
biliyoruz.. Fakat, metni başka türlü
yorumlamakta mümkün gözükmemektedir.
Belki de metni
kaleme alanların amacının , MECLİS ÇOĞUNLUĞUNA DAYANARAK,ANAYASAL DÜZENİN
DEĞİŞTİRİLEMİYECEĞİNE ilişkin bir düzenleme yapma ihtiyacı olduğu söylenebilir.
Fakat bu amaçla yapılan bir düzenlemenin tamamen aksi bir yoruma meydan verecek
şekilde ifade edildiği görüyoruz.
Bir diğer ilginç
nokta, gerekçenin 4. Paragrafındaki, “BU SURETTE AYRICA CEBİR UNSURUNUN VAR
OLUP OLMADIĞI,MADDİ VE MANEVİ CEBİR GİBİ,27 MAYIS 1960’DAN SONRA ORTAYA ÇIKAN
TARTIŞMALARIN GİDERİLMESİ ARZUSUDUR.”
şeklinde getirilen açıklamadır.
Eğer gerçekten
düzenlemedeki hukuki amaç bu ise, bu
tehlikeli bir hukuki yaklaşımdır.
Burada ,1960’dan
sonra ortaya çıkan tartışmalardan kastedilen,
tabi ki YASSIADA YARGILAMALARIDIR.
Gerçekten , 27 Mayıs yargılamalarında , hukuki bir zorlama ile askeri
müdahale ile devrilen iktidar mensuplarına
146.madde uygulanmış, TCK.146’nın ülkemizdeki ilk uygulaması olması
nedeniyle, 146.maddede bulunan CEBİR unsurunun MANEVİ bir niteliğe bürünüp
bürünmeyeceği hukuki tartışmaları da
yoğun olarak yapılmıştır.
S-42
Gerekçedeki bu
yaklaşım, öncelikle; 43 yıl sonra , 27 mayıs 1960 ‘tan sonra yapılan
yargılamaları bir hukuki meşruiyet içerisine sokma çabası olarak
değerlendirilecektir. Bu durum arkasından bir çok tartışmayı beraberinde
getirecektir.
Başta hukukçular
olmak üzere, hiç kimse, 27 Mayıs 1960’dan sonra yapılan yargılamaların ve
verilen hükümlerin hukuki meşruiyetini açıklıkla savunamamaktadır. Bu nedenle bu yorumu kastı aşan bir anlatım
olarak değerlendirmek istiyoruz.
Diğer
taraftan, “ANAYASANIN MÜSAADE ETMEDİĞİ
USULLER ” kavramını “cebride kapsar bir şekilde” yorumlanması isteği ,kavramı daha da muğlak ve
anlaşılmaz kılmaktadır. Bu tanımlama yalnızca , ANAYASAL DÜZENİN, ANAYASADAKİ
YÖNTEMLER KULLANILARAK ORTADAN KALDIRILMASINI değil, bireyinde düşünce ve
düşünceyi açıklama özgürlüğünün sınırlarını çizmektedir. Tanımlanan suçun “bir
tehlike suçu olduğu” , kullanılan aracın sonucu elde etmeye elverişli
olmasından daha çok tehlikenin doğmasına elverişli olup olmadığının esas
tutulması,suçun oluşmasında artık
146.madde de suçun maddi unsuru olan “CEBİR VE ŞİDDETİN” aranmayacağı anlamına
gelecek, “ANAYASAL DÜZENİN İHLALİ” olarak nitelenebilecek her türlü, fikir ve
düşüncenin açıklanması, “örgütlülük”
olmasa dahi suçun oluşması için yeterli olacaktır.
Madde
369-370: 369.madde “DEVLET KUVVETLERİNE KARŞI CÜRÜM
İŞLEMEYE YÖNELEN ÖRGÜTLERİN FAALİYETLERİNDE KULLANMALARI MAKSADIYLA BUNLARIN
AMAÇLARINI BİLEREK SİLAH , CEPHANE VEYA BENZERLERİNİ SAĞLAYAN, İMAL EDEN VEYA
İCAT EDEN VEYA HAZIRLAYAN VEYA BU MAKSATLA YABANCI MEMLEKETLERDEN TÜRKİYE’YE
SOKAN VEYA SAKLAYAN VEYA TAŞIYAN KİMSELERE ,SÖZ KONUSU EŞYALAR KULLANILMAMIŞ
OLSA DAHİ ON YILDAN ONBEŞ YILA KADAR HAPİS CEZASI
VERİLECEĞİNİ “
düzenlemektedir.
370. maddede ise
“369.MADDEDE BELİRTİLEN ÖRGÜTLERİN ELAMANLARINI BİLEREK,BELLİ GİRİŞ
KAPILARINDAN BAŞKA YERLERDEN ÜLKEYE SOKAN VE ÜLKE İÇERİSİNDE BİR YERDEN DİĞER
BİR YERE NAKLEDENLERİN ON YILDAN ONBEŞ YILA KADAR HAPİS CEZASI” verileceğini
düzenlenmiştir.
S-43
369 ve 370.maddedenin karşılığı olan yürürlükteki 150 ve 151/2 .maddelerde bu
fiilleri işleyenlere verilecek CEZA
MİKTARI TAYİN EDİLMEMİŞ YALNIZCA MUVAKKAT AĞIR HAPİS CEZASI
VERİLECEĞİ öngörülmüştür.
369 ve 370
maddelerde öngörülen cezalar, her
şeyden önce Ceza Adaleti
açısından dengesiz ve ölçüsüz olduğu gibi Ceza hukukunun temel ilkelerini
de alt üst etmektedir. Şöyleki; buradaki örgüt tabirinden anlaşılması gereken
373 maddedeki SİLAHLI ÖRGÜTLERDİR. Bu nitelikteki silahlı örgütleri kuranların
da10 yıldan 15 yıla kadar, örgüte üye olanlarında 5 yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılacağı öngörülmüştür. 369 ve
370.maddelerde düzenlenen fiiller “SİLAHLI ÖRGÜTE YARDIM “
fiilleridir.(374.madde düzenlemesinde ayrıca ÖRGÜTE YARDIM FİİLİN düzenlenmesi
nedeniyle, 369 ve 370’e hukuki ihtiyaç varmıdır. Bu ayrı bir hukuki tartışma
konusudur.) Ceza hukukunun temel ilkeleri açısından fiil bir anlamda “SUÇA
FERAN İŞTİRAK HALİDİR.
Suça FERİ MADDİ
FAİL olarak katılan bir suçlunun fiilinin , ASLİ MADDİ FAİL veya ASLİ MANEVİ
FAİLDEN daha ağır bir cezai yaptırıma bağlanması, ceza adaletin açısından kabul
edilemeyeceği gibi Ceza Kanununun genel bütünlüğüne de aykırı olacaktır.
Üstelik 370.md. metninde ağır bir anlatım bozukluğu
söz konusudur. Şöyle ki; “BELLİ GİRİŞ KAPILARINDAN BAŞKA YERLERDEN ÜLKEYE SOKAN
“ ifadesini anlamak mümkün değildir. Bu
anlatım tarzından ilk anlaşılan, EĞER SANIK ÖRGÜT ÜYELERİNİ ÜLKENİN RESMİ GİRİŞ
NOKTALARINDAN SOKARSA SUÇ OLUŞTURMAYACAĞIDIR.
Oysa;
düzenlemenin maksadı ve korunan hukuki yarar
“ÖRGÜT ÜYELERİNİN YURDA SOKULMAMASIDIR.
Eğer böyle bir düzenleme gerekli ise hangi şekil ve yöntemde olursa
olsun, örgüt üyelerini yurda sokanların cezai sorumluluk altına alınması
gerekir.
Bırakalım Ceza
hukukunu , aklın ve mantığın kurallarını dahi zorlayan bu düzenlemeyi anlamak
mümkün değildir.
Kaldı ki; 369 ve 370.maddeler hukuki ihtiyaçta
yoktur. 374.madde SİLAHLI ÖRGÜT
ÜYELERİNİ YARDIM VE YATAKLIĞI düzenlemektedir. 369 ve 370 maddelerde tanımlanan
suçları işleyenler, 374 madde hükümlerine göre zaten cezai sorumluluk altına
girmektedir. 374 maddede zaten sanık
FİİLİ BAŞKA SUÇ OLUŞTURUYORSA ,o fiilden ayrıca ceza alacaktır. Bu
anlamda sanık silah ve cephane temin ettiyse 6136 s.yasa ve 242.maddeden, örgüt
üyelerini yurda sokmuşsa, Pasaport Kanununa muhalefetten zaten ayrıca ceza görecektir.
S-44
Madde386-387-388-389-390- 395- 396-397-398:
386.maddede
“DEVLETİN GÜVENLİĞİ VEYA İÇ VE DIŞ SİYASAL YARARLARI BAKIMINDA NİTELİĞİ
İTİBARİYLE GİZLİ KALMASI GEREKEN BELGE VE VESİKALARIN ORTADAN KALDIRILMASI” ,
387.maddde bu bilgilerin “TEMİNİNİ”
388.madde bu
bilgilerin “SİYASİ VE ASKERİ CASUSLUK AMACIYLA TEMİNİNİ
389.madde bu
bilgileri “AÇIKLAMAYI” 390.Madde ise bu bilgileri“SİYASİ VEYA ASKERİ CASUSLUK
AMACIYLA AÇIKLANMASINI” cezai yaptırıma
bağlamaktadır.
395.madde de
“Yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklamasını
yasakladığı ve niteliği bakımından gizli kalması gereken bilgileri TEMİN edenlerin fiileri”, 396 maddede aynı bilgilerin “CASUSLUK
AMACIYLA TEMİNİNİ”
397.maddede bu
bilgilerin “AÇIKLANMASINI”, 398.maddede ise bu bilgilerin “CASUSLUK MAKSADIYLA
AÇIKLANMASINI” cezai yaptırıma bağlamaktadır.
386-387-388-389
ve 390 ile 395 –396 - 397.ve 398 maddeler iki farklı kavram getirmektedir.
386-387-388 -389
ve 390 “DEVLETİN GÜVENLİĞİ BAKIMINDAN GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER
“kavramını, 395-396-397 ve 398 ise
“YETKİLİ MAKAMLARIN
KANUN VE
DÜZENLEYİCİ İŞLEMLERE GÖRE AÇIKLAMASINI YASAKLADIĞI VE NİTELİĞİ BAKIMINDAN
GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER” kavramını hukuk sistemimize sokmaktadır.
Burada iki türlü
gizlilik ile karşılaşmaktayız. Birincisinin basitçe “ DEVLET GÜVENLİĞİ
AÇISINDAN GİZLİLİK” ikincisini ise
“YETKİLİ MAKAMLARIN İDARİ TASARRUFLARIYLA DOĞAN GİZLİLİK” olarak tanımlamak mümkündür.
Birincisinin daha
ağır cezai yaptırım altına alınması nedeniyle, birinci tanımın “DEVLETİN
SELAMETİ” açısından daha önemli bilgileri, ikinci tanımın ise “DEVLETİN
SELAMETİ” açısından daha “ÖNEMSİZ” veya “ 2.DERECEDE ÖNEMLİ” bilgileri
kapsadığının tespitinin yapılması doğru olacaktır.
Tasarının
4.bölümünün DEVLET SIRLARINA KARŞI SUÇLAR ve CASUSLUK başlığını taşıyan ve 14 madde halinde düzenlenen bu bölümde ,
metinler tümden birbirini tekrar etmektedir ve zaten korunmak istenen hukuki
yararda aynıdır.
S-45
Düzenlemede “DEVLET SIRRI “ şeklinde ifade edilen
bilgilerin korunması amaçlanmaktadır. Kanun yapma tekniği açısından, bu 14
maddenin, anlam bütünlüğü bozulmadan 2 veya 3 maddeye indirilmesi mümkünken,
birbirini tekrar eden 14 madde halinde ifade edilmesi,belki de “ÖNEMLİ BİR KAVRAMIN” birkaç maddeye
sıkıştırılması halinde , bu kavramın” ÖNEMİMİ ZAYIFLATICI” bir etki
yaratmasından duyulan endişede olabilir.
Burada asıl
tartışılması gereken “devlet sırrı” kavramı, hatta “1. Derecedeki devlet sırrı” “2.derecedeki
devlet sırrı” kavramlarının hukuk
sistemimiz içerisindeki yeridir.
Bu bölümde düzenlenen
suçlarda tek farklılık ; 386.maddededir. Burada
belirtilen suçun oluşması için “ NİTELİĞİ İTİBARİYLE GİZLİ KALMASI”
unsuru aranmamaktadır.
Zaten 386 madde
gerekçesinde bu durum “Suçun oluşması
için belge ve vesikaların bir SIRRI içermesi zorunluluğu yoktur. Madde belgenin
içerdiği sırrı değil bizatihi Devletin Güvenliği veya siyasal yararları ile
ilgili olan belge ve vesikaları korumaktadır. Ancak fiillerin işlendiği sırada
Devletin güvenliği veya siyasal yararlarıyla olan ilgisinin devam etmiş bulunması
gerekir” şeklinde ifade edilmiştir.
“KANUNU BİLMEMEK
MAZARET SAYILMAZ” hükmü Ceza Yasanın 2.maddesinde getirilen genel bir
kuraldır. Fakat dördüncü bölümde
düzenlenen bu suçlarda, “YALNIZCA KANUNU BİLMENİN” yeterli olmadığı ortaya
çıkmaktadır. “KANUNU VE DEVLET SIRLARININ NELER OLDUĞUNU BİLMEMEK MAZARET
SAYILMAZ” şeklinde bir genel kuralın getirilmesinin , hukuki açıdan belki daha
doğru olacağı ileri sürülebilir.
Fakat Türk Hukuk
Mevzuatında “DEVLET SIRRI” kavramına
hangi bilgi ve belgelerin girdiği bu güne kadar netleşmiş değildir.
Türk Hukuk
Mevzuatında bu kavramla ilgili yeterli açıklık olmaması nedeniyle de zaten
gerekçede “HAKİM BU HUSUSTA GEREKLİ BÜTÜN İNCELEMELERİ YAPARAK “SIR” VASFINDA
BİR BİLGİNİN OLUP OLMADIĞININ İNCELEYECEK “
denmek suretiyle
“TOP YARGICA ATILMIŞTIR.”
Gerekçedeki
“HUKUKİ İLGİNÇLİKLER” bununla da sınırlı değildir. Gerekçenin devamında ve
yargıca “PERSPEKTİF “ sunmak maksadıyla “BU HUSUSTA BAKANLAR KURULUNCA
GÖSTERİLECEK GEREKÇEYİDE İNCELEYEBİLECEKTİR.FAKAT BUNUNLA BAĞLI DEĞİLDİR”
denmiştir.
S-46
Burada işaret
edilen , Başbakanlık veya Bakanlıklar değil , doğrudan doğruya BAKANLAR
KURULUDUR. Bu güne kadar ülkemizde BAKANLAR KURULUNUN doğrudan doğruya
bir konunun
“DEVLET SIRRI” olduğuna ilişkin, bir karar verdiği görülmediği gibi ve buna
ilişkin bir yasal dayanakta yoktur. Hele bir yargı organının BAKANLAR
KURULUNDAN görüş istemesi de görülmüş
bir şey değildir. Çünkü böyle bir durum,
yürütme organının yargıya müdahalesi anlamına taşıyacaktır.
“Devletin
güvenliği bakımından gizli kalması gereken bilgiler “ kavramının başladığı
yerde,
yürütme ve yargı
iç içe geçmeye başlamıştır. Burada artık
yargı bağımsızlığından ve ceza adaletinden
bahsedilemez. Bu düzenleme ile
yürütmenin kararıyla , CEZA TAYİNİNİN önü açılmaktadır. Bu anlayışın arkasında ; hukukun
üstünlüğü,akılcılık,hoşgörü,adalet duygusu,özgürlük gibi kavramlar değil, otoriter bir ceza hukuku anlayışı
yatmaktadır.
Kaldı ki; 395-396-397 ve 398. Maddelerde bunun da
ötesine geçilerek, bir kamu görevlisi ,
“Suça konu fiili
“ tayin etmek yetkisi ile donatılmaktadır. Çünkü , bu maddelerde getirilen
düzenlemelerde artık “ DEVLETİN GÜVENLİĞİ” kavramının da yeri yoktur.
Artık yetkili bir
devlet memuru , hiçbir kıstasa ve hukuki ölçüte ihtiyaç duymaksızın (Çünkü artık devletin güvenliği gibi soyut
bir kavrama dahi ihtiyaç bulunmamaktadır) hangi fiilin suç hangi fiilin suç
oluşturmayacağına karar verir hale gelecektir.
Artık bu noktadan
sonra, bir yargı organına ihtiyaç var mıdır. Bunun tartışılması gerekecektir.
Modern suç ve
ceza politikasının temelinde ; bilime ve insani değerlere bağlı, akılcılık
temelinde suçluluğu önleyici, suç ve cezaların yasallığı ve kesinliği, insan
haklarına ve onuruna saygı ışığında örgütlenen bir toplumu hedefleyen, devleti
değil bireyi koruyucu,
suçluyu dışlamak
ve yok etmek değil, onu topluma kazandırmanın araçlarının ortaya konulduğu ilkeler manzumesi yatar.
Yukarıda sayılan
ilkelerden hiç birinin , tasarının temelinde yer aldığını söylemek mümkün
değildir. Suç ve ceza politikasını kamu
görevlisinin tayin ettiği bir toplum modelinin bir iletişim çağı olan
21.yüzyıla ait bulunduğunun iddiası ise ancak tebessümle karşılanabilecek,
bir anlamdan
öteye gidemeyecektir.
S-47
Bilginin,
dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna ,ancak saliselerle ifade edilebilecek bir
hızla devindiği, günümüz dünyasında “DEVLETİN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN SAKINCALI
OLABİLECEK BİLGİLER” “NİTELİĞİ
BAKIMINDAN GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER”
gibi kavramların kendilerine yer
ve yurt bulma şansları yoktur.
Bu anlamda,
tasarının arkasındaki irade, Türkiye’yi yalnız hukukun dışına değil, ÇAĞIN ,
BİLİMİN VE AKLIN DIŞINA DA
İTEKLEMEKTEDİR.
Çağımızda HUKUKUN
ÖTESİNDE VE DIŞINDA, kendisine ait bir yaşam alanı yaratan, yurttaşlarından
korkan, bilimden ve akıldan ürken,kendisini sürekli olarak koruma içgüdüsü ile
hareket eden bir devlet modelinin yaşama şansı ise hiç yoktur.
Bu nedenle
,21.yüzyılda çağdaş Dünyayla bütünleşmeyi hedefleyen, insanına yakışır çağdaş bir hukuk anlayışını
tüm topluma egemen kılmaya çalışan, bu
ülkeyi ;çağın ötesine itekleyen anlayışların , artık hukuku etkilemesine izin
vermemelidir.
21. yüzyılda
artık bu ülkede “DEVLETİN MUTAD FAALİYETLERİ” “MUTAD OLMAYAN FAALİYETLERİ” şeklinde iki farklı HUKUK DÜNYASI
olamayacağını herkesin bilmesi gerekir. Buna bu toplum izin verse dahi,
yüzlerce uydunun yeryüzünün her tarafına kapladığı, bilginin internet ortamında at koşturduğu bir
dünyada AKIL VE BİLİM izin vermeyecek, bilgiyi bir yerlere hapsetme çabaları
ise ancak komedi filmlerinin konusu olacaktır.
Oysa; sığınılacak
liman bellidir. Bu liman “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ TEMEL ALAN,
İNSAN HAK VE
ÖZGÜRLÜKLERİNE SAYGILI, YAŞAMIN HER ALANINDA AÇIKLIĞI VE ŞEFFAFLIĞI ESAS ALAN”
bir toplum modelidir. Bunun dışındaki her türden çabanın sonu, eskilerin tabiriyle
“SÜKUTU HAYAL” olacak, AKIL ve BİLİM rüzgarının önünde yok olup gidecektir.
Madde 444: “CÜRMÜ BİLDİRMEME” başlığı altında
getirilen suç tipi, 296.maddenin karşılığı gibi gösterilmişse de suçun tanımı
ve unsurları tümden farklıdır.
Düzenlemede “ ÖNLENEBİLMESİ
VEYA NETİCELERİNİN SINIRLANDIRILMASI HALEN OLANAKLI BULUNAN CÜRMÜN FAİLLERİNİ
AYRICA ÖNLENEBİLMESİ OLANAKLI YENİ CÜRÜMLER İŞLEMELERİNİN DE OLASI
BULUNMASINA KARŞIN, KABUL EDİLEBİLECEK
BİR NEDEN OLMAKSIZIN,ADLİ VE İDARİ MERCİİLERE BİLDİRMEYEN KİMSELERE ÜÇ AYDAN
İKİ YILA KADAR HAPİS VE İKİ MİLYAR LİRAYA KADAR AĞIR PARA CEZASI VERİLİR”
denmektedir.
S-48
296.madde de
düzenlenen suç ise “SUÇUN İŞLENMESİNDEN SONRA FAİLİNE YARDIM “ fiilini yaptırım
altına almaktadır. 296.maddenin tam karşılığı tasarının CÜRÜM FİİLİNE YATAKLIĞIN düzenlendiği tasarının
448.maddesidir.
444.madde yeni
bir suç tipi olarak tasarıda yer almaktadır.
“İŞLENMESİ MUHTEMEL BİR SUÇUN İHBARINI YAPMAMAK” olarak da tanımlanabilecek bu kavram, suç ve
ceza politikaları açısından büyük sakıncalar oluşturduğu gibi , adeta tüm
toplumu birbirini gözetleme yükümlülüğü altına sokmaktadır.
Burada, Ceza
Hukukundaki ; kanunilik, suçun unsurları,iştirak, teşebbüs gibi tüm kavramlar
alt üst olduğu gibi akıl ve mantık kuralları da alt üst olmaktadır.
Suçun kanuniliği unsuru yok edilmektedir.
Çünkü Ceza Hukukunda işlenmemiş bir suçun ihbarının yaptırım altına alınması,
suç ve ceza politikaları açısından kabul
edilebilecek bir şey değildir.
Suçun temel unsurlarından olan bir neticeyi
bilebilme ve öngörebilme olarak tarif edilen “KAST” unsuru tümden muğlak ve
belirsiz bırakılmakta, “KABUL EDİLEBİLİR BİR NEDEN OLMAKSIZIN “ gibi suç işleme
kastını tarif etmeyen , hiçbir hukuki ölçüte dayanmayan soyut bir kavram hukuka
sokulmak istenmektedir.
Teşebbüs
hükümleri alt üst olmaktadır. Çünkü,
ihbar edilmesi istenen suç failinin yalnızca düşünce düzeyinde mi kaldığının, yoksa
hazırlık hareketlerine başlayıp başlamadığının hukuki bir önemi yoktur. Eğer,
fail hazırlık hareketlerine başlamamışsa, cezai sorumluluğu da
başlamayacaktır. Fakat, faili ihbar etmeyen kimsenin “KABUL EDİLEBİLECEK BİR
NEDENİ “ yoksa cezai sorumluluğu doğacaktır.
Akıl ve mantık
kuralları alt üst olmaktadır. Çünkü “ İŞLENMEYEN BİR SUÇUN MUHBİRLİĞİNİ
YAPMAMAK” gibi garip bir suç tanımı getirilmektedir.
Düzenleme ile
sıradan, yasalara saygılı , yalnızca kendi sorunları ile uğraşan, kurallara
uymaya çalışan yurttaşlar dahi bir anda
kendisini sanık sandalyesinde ve cezaevinde bulabilecektir. Artık
sıradan bir yurttaş çevresinde “ÖNLENEBİLİR VEYA NETİCELERİNİN
SINIRLANDIRILMASI HALEN OLANAKLI BULUNAN
“ bir suçu işlemeyi kast eyleyen bir suçlu bulunup bulunmadığı bilecek, ayrıca
bu suçlunun “ÖNLENEBİLMESİ OLANAKLI YENİ CÜRÜMLER İŞLEMESİNİN OLANAKLI BULUNUP
BULUNMADIĞINIDA” tahkik edecek ve
suçluyu da ihbar edecektir.
S-49
Bu durumda
“İŞLENMEMİŞ OLAN SUÇU” ihbar etmesi nedeniyle, 443. Madde de düzenlenen “İFTİRA
SUÇUNDAN “ yakasını nasıl
kurtaracağı, devletin kendisine ne gibi
bir hukuki yardımda bulunacağı gibi sorularda her halde başka bir hukuki
tartışma konusu olacaktır.
“İFTİRA “
suçundan kurtulsa bile , İLERİDE İŞLENEBİLMESİ MUHTEMEL BİR SUÇU İHBAR EDEN
YURTTAŞ , İŞLENMEDİĞİNİ BİLDİĞİ BİR
SUÇU,ADLİYEYE VEYA ADLİYEYE BİLDİRMEKLE
YÜKÜMLÜ MAKAMA İHBAR EDENLERİN ,
cezai sorumluluk altına alındığı ,
TASARININ 434.MADDESİNDEN kendisini
kurtarması her halde oldukça güç olacaktır.
Sonuç
olarak; temel hak ve hürriyetlere, Ceza
hukukunun genel ilkelerine tümden aykırı,
hatta tasarının diğer hükümleri ile dahi çelişen bu düzenlemenin tümden tasarıdan çıkarılması
gerekmektedir.
Madde 453: “KARARI
ETKİLEME” başlığı altında getirilen düzenleme yürürlükteki yasada bulunmayan
yeni bir suç tipi olarak yer almaktadır.
Düzenlemede”
KESİN BİR YARGI KARARI VERİLMEDEN ÖNCE,HÜKÜM VE KARARLARI VEYA TANIK
BEYANLARINI VEYA BİLİRKİŞİ MÜTALAALARINI
ETKİLEMEK AMACINA
YÖNELİK YAYINLARDA BULUNANLARIN” fiilleri cezai yaptırıma bağlanmaktadır.
“ETKİLEMEK AMACI”
muğlak bir ifadedir. Muğlak bir ifadeyle
getirilen cezai yaptırım Basın özgürlüğü açısından tehdit oluşturmaktadır. Örneğin; devam eden bir yargılamada mağdur
veya sanıkla yapılan röportaj dahi suç oluşturabileceği gibi yargılamayla
ilgili verilecek her türlü haber suç oluşturabilecektir. Düzenleme, basın
özgürlüğü ve toplumun haber alma özgürlüğünü zedelemektedir.
Madde 455:
“ Yargı görevi yapanların
saygınlıklarını ihlal” başlığı altında getirilen düzenleme , yürürlükteki
yasamızda bulunmayan bir suç tanımlaması getirmektedir.
Öncelikle “YARGI
GÖREVİNİ YAPAN” tabirinden anlamamız gereken, tasarının 4.maddesi uyarınca
yalnızca hakim ve savcılardır. Bu tabir, Avukatlık yasası uyarınca “YARGININ
BAĞIMSIZ UNSURU” olan savunmayı temsil eden avukatlık mesleğini
kapsamamaktadır. İlk tespit olarak bunun yapılması gerekir.
S-50
Düzenleme yargı
görevini yapanları yani HAKİM ve SAVCILARI ,HAKARET suçunun düzenlediği 429 ve 431 , yargı kararlarını AŞAĞILAMANIN
düzenlendiği 456.maddenin
ötesinde, “SAYGI”
kavramı getirmek suretiyle “BİR ÜST
DERECEDEN “ koruma sağlamaktadır.
Kavramların
tanımlandığı 4.maddede “YARGI GÖREVİNİ
YAPAN” kavramı yer aldığı halde
,”SAYGI” kavramının anlamı 4. Maddede belirtilmediği gibi, bu kavramın ne anlama geldiği konusunda diğer
madde metinlerinde de açıklayıcı bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Öncelikle, madde
bu şekliyle yasalaşacaksa , bu kavramın
anlamının 4.maddede “AÇIKLANMASININ” hukuki açıdan gerekli olacağı
görüşündeyiz.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, SAYGI’nın iki anlamı vardır. Birincisi;
Başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusudur. İkincisi ise;
Değeri,üstünlüğü,yaşlılık,yararlılığı kutsallığı dolaysıyla bir kimseye veya
bir şeye karşı özenli ölçülü davranmaya sebeb olan SEVGİ DUYGUSUDUR.
Metinde “YARGI
GÖREVİ YAPANLARIN VEYA YARGISAL NİTELİKTE HİZMET VEREN BİR KURULUŞTA GÖREVLİ
KİŞİLERİN ,İŞLEVLERİNİN YERİNE GETİRİLMESİNDE VEYA YERİNE GETİRİLMESİNDE VEYA
YERİNE GETİRİLMESİ VESİLESİYLE , SAYGINLIKLARINI VEYA YETKİLİ BULUNDUKLARI
GÖREVE GÖSTERİLMESİ GEREKEN SAYGIYI İHLAL EDECEK BİÇİMDE ALENİLEŞMEMİŞ SÖZLER, HAREKETLER, VEYA TEHDİTLER VEYA
YAZILAR VEYA HER TÜRLÜ RESİMLER VEYA GÖNDERİLEN ŞEYLERLE SALDIRIDA BULUNANLARA
BİR YILDAN ÜÇ YILA KADAR HAPİS CEZASI VERİLİR.
BU HAREKETLER ALENEN GERÇEKLEŞİRSE
FAİLE İKİ YILDAN DÖRT YILA KADAR HAPİS CEZASI VERİLİR.
SALDIRI, BİR MAHKEMENİN YAPTIĞI DURUŞMA
SIRASINDA GERÇEKLEŞTİRİLECEK OLURSA CEZA İKİ YILDAN DÖRT YILA KADAR HAPİSTİR.”
Denmektedir.
Düzenlemeye göre
; suç iki farklı mağdura karşı işlenebilecektir. Birincisi; yargı görevi
yapanlar (Hakim veya savcı 4.maddeye göre)
, ikincisi ise yargısal hizmet veren bir kuruluşta görevli kişilerdir.
S-51
YARGI GÖREVİNİ
yapanlar kavramı 4.maddede açıklandığı
halde, YARGISAL HİZMET VEREN BİR KURULUŞTA GÖREV YAPAN tanımının hangi KAMU
GÖREVLİLERİNİ
kapsadığı belirtilmemiştir. Genel hukuki bilgilerimize göre , burada
kastedilen ya ADLİYE PERSONELİDİR, yada
ÖZEL HAKEM KURULLARIDIR.. Gerekçede de yargısal hizmet veren kamu görevlisinin
kim olduğu konusunda ayrıntılı bir açıklama yoktur.
Yalnızca bir
örnekle bu durum açıklanmaya çalışılmıştır. Verilen örnekte” 4483 SAYILI
MEMURLAR VE DİĞER KAMU GÖREVLİLERİNİN YARGILANMASI HAKKINDAKİ KANUN HÜKÜMLERİNE
GÖRE ÖN İNCELEME YAPAN KİŞİNİN İHTARINA RAĞMEN SİGARA İÇEN ŞAHSIN FİİLİNİN BU SUÇU OLUŞTURACAĞI “ açıklanmıştır.
Bunun cezai yaptırımı ise , saygısızlık fiilinin alenen işlenmesi
nedeniyle, İFADE VERİRKEN SİGARA İÇEN BU ŞAHSIN
2.fıkraya göre 4 YILA KADAR HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMA, olacaktır.
Bu örnekten sonra
HUKUK NEREDE demenin de anlamı yoktur.
Burada VİCDAN DUYGUSUNUN olup olmadığını sorgulamak daha doğru olacaktır.
“SAYGI” toplumsal
yaşamda ve insanların ilişkilerinde
olması gereken bir davranış biçimidir.
Toplumun bazı kesimlerinin , diğer insanlardan daha üst düzeyde saygıya layık olduğu ileri
sürülebilir. Bu görüş belki bir ölçüde saygıyla da karşılanabilir. Fakat,
“SAYGI” kavramı, bir anlamda bireyin kendi iç dünyasında şekillenen ,
kişiden kişiye,aldığı eğitime ve kültüre, mesleğe , bölgeden bölgeye, toplumdan
topluma, hatta dönemden döneme değişen bir kavramdır.
Bu nedenle
düzenleme bu haliyle yasalaşacaksa, toplumda üst düzeyde saygı gösterilmesi
gereken kişilere karşı gösterilecek
saygı kuralların da belirlenebilir
ölçütler getirilmesi gerekecektir.
Yeni getirilen bu
suç tipi , hukukun zorlanmasının tipik bir örneğidir. Hukuki bir ciddiyet
içerisinde değerlendirme yapmanın dahi çaba gerektirdiği, bu düzenleme ,aynı
zamanda hukukun tüm ilkelerini de alt üst etmektedir.
Düzenleme bu
haliyle yasalaştığı takdirde, savunma kurumunu temsil eden Avukatlık mesleğini
büyük bir tehlike beklemektedir. “SAYGI
KURALLARINI “ ihlal ettiği gerekçesi ile her avukat CEZA TEHDİDİ ile karşı
karşıya kalacaktır. Bu metin SAVUNMANIN
BAĞIMSIZLIĞINI VE ÖZGÜRLÜĞÜNE karşı açık bir tehdittir. Tehdit o kadar büyüktür
ki,
S-52
“SAYGIYI İHLAL
EDECEK BİÇİMDE ALENİLEŞMEMİŞ SÖZLER” kavramıyla, avukatın aklından geçen, fakat
açıkça ifade edemediği düşünceleri dahi CEZAİ YAPTIRIM ALTINA ALINMAK
İSTENMEKTEDİR
Daha da
ötesi “HAREKETLER” kavramı ile avukatın
vücudunun alacağı biçim, yüz ifadesi bile suç oluşturabilecektir.
Totaliter bir
rejimde, hatta ortaçağ hukukunda dahi
görülemeyecek bu düzenleme, tabi ki yalnızca avukatları değil, toplumun tüm
kesimlerini tehdit etmektedir. Bu düzenleme özellikle Basın Özgürlüğü açısından
büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
Bunun da ötesinde
getirilen düzenleme , tasarının 431.maddesine bakıldığında, suç ceza dengesi
açısından da büyük hukuki gariplik
içermektedir. Şöyleki; 431.maddeye YARGI
ORGANLARINI HAKARETİNİ DÜZENLEMEKTE, duruşma
sırasında yargı organına hakarette bulunanların altı aydan bir yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılacaklarını öngörmektedir. Oysa, 435/son’ da SAYGISIZLIK FİİLİ DURUŞMA SIRASINDA İŞLENECEK
OLURSA, VERİLECEK CEZA 2 YILDAN 4 YILA
KADARDIR.
Mahkemeye KÜFÜR
edene 6 ay hapis cezası verilecek, fakat SAYGISIZLIK yapana 2 yıl hapis cezası
verilecek, bunu ceza hukukunun kalıplarına oturtmak mümkün olmadığı gibi,
akla,mantığa ve
vicdana da sığdırmak oldukça güçtür.
Sonuç olarak;
böyle bir ceza kuralı hangi amaçla getirilse getirilsin, hukuk ve vicdanı
zorlayan bu düzenlemenin bütünüyle tasarıdan çıkarılması gerekir.
Madde 456: “Yargısal kararları aşağılama” başlığı altında getirilen düzenleme,
yürürlükte yasada bulunmayan bir suç tipini tanımlamaktadır. Düzenlemede , “OTORİTE VEYA BAĞIMSIZLIĞINA SALDIRICI
NİTELİKTEKİ BİR HAREKET,SÖZ ,YAZI VEYA HER TÜRLÜ RESİMLERLE YARGISAL BİR KARARI
ALANEN AŞAĞILAYANLARA BİR YILDAN ÜÇ YILA KADAR HAPİS CEZASI VERİLİR” hükmü
getirilmiştir.
Gerekçede amaç
olarak “adalet kararlarına karşı olan inancın tahribini engellemek” olarak
belirtilmiş, “ANAYASA , YARGI KARARLARININ T.B.M.M’DE BİLE TARTIŞILMASINI BU
NEDENLE YASAKLAMIŞTIR” değerlendirmesi de yapılmıştır.
Her şeyden önce
bu değerlendirmede, hukuki bir yanlışlık bulunmaktadır. Çünkü Anayasamızda
yargı kararlarının tartışılmasını engelleyen bir hüküm bulunmamaktadır.
Bahsi geçen hüküm
, 138md.nin 3.fıkrasıdır. Burada”GÖRÜLMEKTE OLAN BİR DAVA HAKKINDA YASAMA
MECLİSİNDE YARGI YETKİSİNİN KULLANILMASI İLE İLGİLİ SORU SORULAMAZ, GÖRÜŞME
YAPILAMAZ VEYA HERHANGİ BİR BEYANDA BULUNULAMAZ” ifadesi yer almaktadır.
S-53
“GÖRÜLMEKTE OLAN
BİR DAVAYLA” “YARGI KARARLARI” kavramı
hukuki açıdan tümden farklıdır.
138.madde getirilen düzenlemenin amacı” DEVAM EDEN BİR DAVADA, YARGININ KARARINI ETKİLEMEYE YÖNELİK TUTUM VE
DAVRANIŞLARI “ önlemektir. Burada
korunan hukuki değer “YARGI BAĞIMSIZLIĞI”
dır. Diğer bir
ifade ile Yasama organının, yargı organına müdahalesinin önlenmesidir.
Yoksa,
kesinleşmiş bir yargı kararının T.B.M.M.’ de tartışılmasını engelleyen bir
hüküm Anayasamızda mevcut değildir.
Metinde geçen
kavramları hukuk tekniği açısından yorumladığımızda , öncelikle “AŞAĞILAMA”
kavramının hukuki açıdan tartışılmasının gerektiğini düşünüyoruz.. Çünkü bu
kavram tasarının diğer maddelerinde yer almamaktadır. Tasarıda bu amaca yönelik olarak kullanılan
kavram “HAKARETTİR. Tasarının 180-427-428-429-430 ve 431 maddelerinin
bütününde bu kavram tercih edilmiştir.
Günlük kullanımda “AŞAĞILAMA “ yı, her türlü küçük düşürücü söz ve
davranış olarak tanımlamak mümkündür. Başka bir ifade ile “HAKARET” gibi
doğrudan doğruya kişilik haklarına saldırı niteliğinde olmayan, kişiyi küçük
düşürücü her türden tutum ve davranışın “AŞAĞILAMA” kavramı içerisinde mütaala
etmek doğru olacaktır.
Kavramı bu
tanımlama içerisine oturttuğumuzda , yapılan düzenlemenin HAKARET’ in ötesinde
bir amaca dayandığının tespitinin yapılması gerekir. Zaten 428 ve
430.maddelerde Yargı organlarına ve yargı kurullarına HAKARET suçu ayrıca
düzenlenmiştir.
Gerekçede “yargı
kararlarının eleştirilmesinin” suçun kapsamı içerisinde görülemeyeceği
söylenmekte ise de, 2. Fıkradaki “TEKNİK YORUMLAR “ kavramı bu eleştirinin de
sınırlarını da çizmektedir. Bir anlamda 2. Fıkra bu eleştirinin
sınırlarının “HUKUK TEKNİĞİ “ nin
ötesine geçmemesini arzulamaktadır.
Demokratik bir
toplumda yargı kararları tabi ki tartışılacaktır. Yargı kararları yalnızca
hukuki açıdan değil, toplumsal sonuçları açısından da
değerlendirilecektir. Çünkü, hukuk
toplumun dışında kendisine bir yaşam alanı yaratan bir kavram değildir.
Toplumsal değerler ve algılamalar değiştiği ve geliştiği gibi, hukukta buna koşut olarak ,değişmek ve
sürekli olarak kendini yenilemek zorundadır.
Tabi ki yasalara ve yargı kararlarına toplumun tüm kesimlerinin saygı göstermesi
ve uyması beklenecektir. Fakat bu genel kural , bunların tartışılamayacağı,
ağır bir şekilde eleştirilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Bu anlamda demokratik bir toplumda, yasaların bir kutsiyeti olamayacağı
gibi, yasaları uygulamakla yükümlü organ
ve kurumların da bir kutsiyeti bulunmamalıdır.
S-54
Zaten “ HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ” kavramının
arkasında otoritenin kutsanması
değil, hak ve özgürlüklerin güvence
altına alınması fikri yatar.
Yukarıdaki
değerlendirmeler ışığında bakıldığında,
yeni getirilen bu suç tipi, getirdiği muğlak ifadeler nedeniyle ,yargı
kararlarının tartışılmasının önünü kesmektedir.
Bu güne
kadar bu düzenlemenin eksikliği
hissedilmemiştir. Hukuki ihtiyaçta
yoktur.
Adliyeye hakareti
düzenleyen 429, Yargı organı üyelerine hakareti düzenleyen 431.maddeler yeterli
hukuki koruma sağlamaktadır. Bunun
ötesinde getirilecek düzenlemeler, hele muğlak ifadelerle getirilecek
yaptırımlar, Anayasamızın 13. Maddesinde ifadesine bulan özgürlülüklerin sınırlanmasındaki “ÖLÇÜLÜLÜK
“ ilkesine aykırı olacaktır.
Madde 471: Düzenleme ile 4.2.2003 tarihinde yürürlüğe
giren 4806 sayılı yasa ile değiştirilen yürürlükteki yasanın 307/B maddesi
aynen alınmıştır.
“HAK KULLANIMI VE
BESLENMEYİ ENGELLEME “ başlığı altında getirilen düzenlemede , “HÜKÜMLÜ VEYA TUTUKLULARIN HABERLEŞMELERİNİ,
ZİYARETÇİLERLE GÖRÜŞMELERİNİ,CEZAEVLERİNDEKİ İYİLEŞME VE EĞİTİM PROGRAMLARINA
KATILMALARINI, MUAYENE VE TEDAVİ EDİLMELERİNİ,MÜDAFİ VEYA AVUKAT TAYİN ETMELERİNİ,
BUNLARLA GÖRÜŞMELERİNİ , MAHKEMELERE VE C.SAVCILIKLARINA GİTMELERİNİ,KURUM
GÖREVLİLERİ İLE GÖRÜŞMELERİNİ , SALIVERİLENLERİN KURUM DIŞINA ÇIKMALARINI
ENGELLEYENLER İLE HÜKÜMLÜ VE TUTUKLULARI BU FİİLLERE TEŞVİK EDENLER, BU YOLDA
TALİMAT VERENLER, MEVZUATIN HÜKÜMLÜ VE
TUTULULARA TANIDIĞI HER TÜRLÜ GÖRÜŞME VE TEMAS OLANAKLARINI ENGELLEYENLER ile
HÜKÜMLÜ VE TUTUKLULARIN BESLENMESİNİ ENGELLEYENLERİN “ fiilleri cezai yaptırıma
bağlanmaktadır.
2002 değişikliği
ise birlikte, hukukumuzda daha önce bulunmayan bir suç tipi getirilmiştir.
Bilindiği gibi bu
değişiklik , 2001 yılında bir kısım tutuklu ve hükümlülerin, 3713 sayılı yasanın 16.maddesi uyarınca inşa edilen “ F” tipi cezaevlerine sevk
süreci ile başlayan ve daha sonrada devam eden
açlık grevlerine tepki amacıyla getirilen bir düzenlemedir.
S-55
Düzenlemeye konu
tüm fiiller Çağdaş suç ve ceza politikasına göre , Ceza Kanunu konusu
olabilecek
nitelikte değildir. Bunlardan büyük bir
kısmı belki cezaevi disiplin kurallarının ihlali olarak nitelenebilecek
fiillerdir. Diğerlerinin ise disiplin
suçu olarak düzenlenmesi bile hukuki tartışma gerektirecektir. Sınırları belli olmayan,içeriği belirsiz ,
her türlü yoruma açık bir suç türü yaratılmıştır.
Diğer taraftan ,
Ceza Hukuku açısından gerekli olan maddi
ve manevi unsur tanımlanmamıştır. ENGELLEMEK, TEŞVİK ETMEK VE TALİMAT VERMEK
olarak verilen suçun maddi unsuru tümden
yoruma açıktır. Neyin ” engelleme,teşvik,ikna veya talimat”olarak niteleneceği
belli değildir.
Çünkü,
engelleme,ikna veya talimat gibi kavramlar Ceza Kanunu genel sistematiği
içerisinde tam karşılığı olmayan fakat
“MANEVİ İŞTİRAK “ hükümlerine ait olan kavramlardır.
Ceza Hukukunda
ancak konusu “SUÇ” teşkil eden bir eyleme “TEŞVİK,TALİMAT” ceza yaptırımı
altına alınır. Suçun düzenlendiği bölüm “ADLİYEYE KARŞI”suçlar bölümü olması
nedeniyle, burada korunan hukuki yarar “ CEZAEVLERİNDEKİ KAMU OTORİTESİ” dir.
“AÇLIK GREVİ “
bir suç tipi olarak tanımlanmadığına göre, konusu suç olmayan bir fiile de
TEŞVİK,TALİMAT VEYA AZMETTİRME olamaz.
Sonuç olarak,
getirilen düzenleme ,modern suç ve Ceza politikalarına tümden aykırı olduğu
gibi , ceza hukukunun temel ilkelerini de ihlal etmektedir.
Madde. 475-476-477-478- 475.Madde “Yabancı Devlet Adamlarına karşı cürüm” ü , 476.madde Yabancı
devlet bayrağına hakareti, 477.madde Yabancı temsilcilere karşı cürümleri,
cezai yaptırıma bağlamaktadır. 478.madde ise “BU HÜKÜMLERİN UYGULANMASINI
KARŞILIKLILIK KOŞULUNA “ bağlamaktadır.
476.Madde’de
düzenlenen “YABANCI DEVLET BAYRAĞINA HAKARET” suçunun karşılıklılık koşuluna
bağlanması bir hukuki tercih sorunudur.
Bu konuda hukuki değerlendirme yapma gereği yoktur. Fakat, 475 ve 477 maddelerde düzenlenen suçlarında
“KARŞILIKLILIK” koşuluna bağlanması
hukuken kabul edilemez.
S-56
Çünkü, maddelerde kullanılan kavram “CÜRÜM” dür
ve belirgin bir eylemde gösterilmemiştir. Bu durumda CEZA KANUNUNDA CÜRÜM
OLARAK SAYILAN TÜM FİİLLER , karşılıklılık koşuluna bağlanmış olmaktadır.
Örneğin; Yabancı
bir devlet başkanına ülkemizde SUİKAST düzenleyen bir kişinin yargılanmasında
bile YARGICIN ” KARŞILIKLILIK “ koşulunu araştırması anlamına gelecektir. Yanlışlıkla düzenlemenin bu haliyle
yasalaşması halinde, doğabilecek kaosu düşünmek dahi mümkün değildir. Gerekçede “ KARŞILIKLILIK” koşuluna
özellikle vurgu yapılmasına rağmen, bu düzenlemeyi dalgınlıkla yapılan bir
hata olarak görmek istiyoruz.
Aksi düşünce
zaten, Türk Hukuk Sistemini altüst etmek olacaktır. Türkiye sınırları içerisinde, bir yabancıya
karşı bir CÜRÜM işlenecek (Üstelik bu
yabancı Devlet başkanı veya diplomatik dokunulmazlığı olduğu için daha üst düzeyde hukuki koruma
sağlanması gereken bir kişi olacak),
bu CÜRÜME karşı yargı organı ancak , KARŞILIKLILIK koşulu gerçekleşirse, sanığa
ceza verecek; bu durumu hukuk kuralları
içerisinde değerlendirmek mümkün değildir.
478.maddenin
tümden tasarıdan çıkartılarak, 476.maddenin son fıkrasına “BU HÜKMÜN UYGULANMASI KARŞILIKLILIK KOŞULUNA
BAĞLIDIR” cümlesinin eklenmesi yeterli olacaktır.
477. maddenin son
fıkrasında başka bir yanlışlık yapılmıştır. “CÜRÜM HAKARET İSE SORUŞTURMA VE
KOVUŞTURMA MAĞDURUN ŞİKAYETİNE BAĞLIDIR” cümlesindeki
” hakaret”
kavramı yerine “SORUŞTURULMASI VE KOVUŞTURULMASI ŞİKAYET BAĞLI SUÇLARDAN
İSE” ibaresinin getirilmesi doğru
olacaktır.
Madde 493: Düzenleme ile
“MÜTTEFİKLERE KARŞI İŞLENEN SUÇLAR”
başlığı altında yeni bir suç tipi getirilmiştir. Metinde “
361,362,379,382,383 ve 386 ila 389 madde hükümleri Türkiye Devleti ile
aralarında savaş için ittifak veya iştirak olan devlet zararına işlenmesi
halinde ‘de uygulanır. Bu suçlardan dolayı kovuşturma Adalet Bakanlığı’nın
iznine bağlıdır.” Hükmü getirilmiştir.
361.md.askeri
tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketlerini yararına anlaşma, 362. Düşman
devlete maddi ve mali yardım,383, Savaşta yalan haber yayma , 386 İLA 399 ise
Devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçlar başlığını içermektedir.
S-57
386 ila 399
maddelerle ilgili yapılan tüm hukuki
değerlendirmeler, getirilen yeni suç tipi içinde geçerlidir. Fakat burada bununda ötesinde hukuki
gariplikler bulunmaktadır. Çünkü 386 ila 399 maddeler arasında düzenlenen
suçların çoğunun ” SAVAŞ HUKUKU ile ve
“SAVAŞ HALİ İLE “ bir ilgisi bulunmamaktadır.
Düzenlemelerin tümünde “DEVLETİN GÜVENLİĞİ
VEYA İÇ VEYA DIŞ SİYASAL YARARLARINA İLİŞKİN BELGE” ve “YETKİLİ MAKAMLARIN
KANUN VE DÜZENLEYİCİ İŞLEMLERE GÖRE AÇIKLANMASINI YASAKLADIĞI VE NİTELİĞİ
BAKIMINDAN GİZLİ KALMASI GEREKEN BİLGİLER” kavramları yer almakta, eğer bu
suçlar savaş halinde işlenirse, ağırlaştırıcı neden olarak düzenlenmektedir.
Bir diğer hukuki
ilginçlik ise bu suçların doğrudan doğruya İÇ HUKUK İHLALİ olarak
değerlendirilmesi, suçun asıl mağduru
olan müttefik ülkenin İÇ HUKUNUNUN hiçbir önemi olmamasıdır. Hatta bu suçun yurtdışında veya yurtiçinde
işlenmesinin hiçbir önem taşımamasıdır.
Bunun anlamı
şudur; Türk yargıcı, bir bilgi veya
belgenin YABANCI BİR DEVLETİN GÜVENLİĞİNİ VE İÇ VE DIŞ SİYASAL YARARLARINI
İHLAL EDİP ETMEDİĞİNİ DEĞERLENDİRECEK, hatta bazı durumlarda YABANCI DEVLETİN
GÜVENLİĞİ İLE İLGİSİ OLMAMASINA RAĞMEN, MÜTTEFİK DEVLETE AİT BİLGİ VEYA BELGENİN
YETKİLİ MAKAMLARINININ KANUN VE DÜZENLEYİCİ İŞLEMLERE GÖRE AÇIKLANMASINI
YASAKLADIĞI BELGELER NİTELİĞİNDE OLUP OLMADIĞINI DA araştıracak , suç sübut bulursa da sanığı
mahkum edecektir.
Hatta 11.madde
uyarınca suç yabancı ülkede işlenmiş olursa “yabancı ülkede hüküm verilmiş olsa
dahi” bu kararın SONUCU NE OLURSA OLSUN TÜRKİYE’DE YENİDEN YARGILAMA
YAPILACAKTIR.
Bu noktada artık
hukuk durmakta, hukuk adına söylenecek hiçbir söz kalmamaktadır.
Çünkü düzenleme
hukuki açıdan değerlendirildikçe , açmazlar ve gariplikler birbirini
kovalamaktadır.
S-58
Örneğin, 387.maddenin gerekçesindeki “ELDE
EDİLEN BİLGİLERİN DEVLETİN GÜVENLİĞİ (Müttefik
devletin güvenliği ) yahut iç ve dış siyasal yararlarının gizli olmasını
kalmasını gerektirdiği bir bilgi olup
olmadığına karar verecek. Bu hususta Bakanlar Kurulunca gösterilecek gerekçeyi
de inceleyebilecektir. ancak bununla bağlı değildir “ değerlendirme ışığında
bakıldığında, BİR TÜRK YARGICININ DOĞRUDAN “ BİR BELGENİN MÜTTEFİK DEVLETİN
SİYASAL YARARLARI BAKIMINDA GİZLİ BİR BELGE OLUP OLMADIĞI KONUSUNDA karar verme
yetkisi ile donatılması
hangi hukuk
ilkeleri ile açıklanacaktır.
Bu anlamda
getirilen düzenleme, Ceza kanununun genel bütünlüğüne uymadığı
gibi devletin egemenliğinin sınırları kavramı ile uluslar arası hukuk kuralları
da ile bağdaşmamaktadır.
YABANCI BİR
ÜLKENİN ULUSAL ÇIKARLARININ VE “SIRLARININ”, TÜRK İÇ HUKUKUNDA KORUMA ALTINA
ALINMASI HUKUKEN KABUL EDİLEMEZ.
Bu 19.yüzyıldaki
SÖMÜRGE HUKUKUNA dönüş anlamına gelecektir.
Bu nedenle
düzenleme bütünüyle tasarıdan çıkartılmalıdır.
Madde 494: Düzenleme yürürlükteki yasamızda bulunmayan
yeni bir suç tipi getirmektedir.” DÜŞMANIN MÜTEFİKLERİ YARARINA SUŞLAR “
başlığı altında getirilen düzenlemede “359,361,362,388,392,394 ve 396
.MADDELERDE YAZILI FİİLLER, DÜŞMAN DEVLETLE SAVAŞ İÇİN İTTİFAK VEYA İŞTİRAK
OLAN DEVLET YARARINA İŞLENMESİ HALİNDE DE UYGULANIR.” Denmektedir.
Metinde belirtilen tüm suçlar “ CASUSLUK “
suçlarının değişik biçimlerini düzenlenmektedir.
Düzenleme
öncelikle hukuki açıdan tümden gereksiz bir tekrarlamadır. Çünkü, “CASUSLUK”
fiilinin manevi unsuru,” devlet sırrı
denen bilgi ve belgelerin, ikinci bir ülke lehine temin etme
kastıdır” 361 ve devamında ayrıntılı
olarak bu suç tanımlanmış ve ceza yaptırımına bağlanmıştır. Sanki, farklı bir
suç tipiymiş gibi yeniden ceza yaptırımı altına alınmasındaki hukuki maksat
belirsizdir. Üstelik, “DÜŞMAN DEVLETLE , SAVAŞ İÇİN İTTİFAK KURAN BİR DEVLET
“ zaten DÜŞMAN DEVLET olmayacak mıdır. Bu da ayrı bir sorudur.
S-59
Burada hukuki
gariplik, 359.maddenin zikredilmesinde yatmaktadır. 359 Madde ile getirilen
“TEMEL MİLLİ YARARLAR” suçu ile ilgili olarak görüş yukarıda açıklandığı için
tekrar edilmeyecektir. Fakat, bu madde
ki düzenlemede zaten “ÇIKAR VEYA VAAT ETME”
kavramı
494.maddeyi fazlasıyla içermektedir.
Sonuç olarak,
metin gereksiz bir hukuki tekrardan
başka bir şey değildir.
Fakat bu tarz
tasarının genel anlayışını yansıtmaktadır.
SONUÇ:
Yukarıda yapmaya çalıştığımız tüm açıklamalar ışığında
bir bütün olarak, tasarıyı değerlendirdiğimizde, hazırlanan tasarının genel
felsefesinin yürürlükteki Ceza Yasasından çok farklı olduğunu söylemek mümkün
gözükmemektedir.
Yürürlükteki Ceza
yasasına yöneltilen temel eleştiri ,
birey ile devlet arasındaki ilişkide, devleti esas alan bir anlayışın temsilcisi olmasıdır.
1930’ların totoliter devlet modelinin temel yapı taşlarından biri olan bu
yasanın , insan haklarına dayalı demokratik bir toplum olma yönünde ilerlemeyi
hedef olarak seçen bu ülkeye, ayak bağı oluşturduğu da ortak bir görüştür.
Bu nedenle, 1980’li yılların ortalarından itibaren
başlayan Ceza Yasasını değiştirme
çalışmalarında , toplumsal isteme uygun
olarak, Ceza Yasasının demokratik olacağı , suç ve ceza politikalarında çağdaş
normlara dayanacağı, İnsan Hakları alanında uluslararası standartlarda
getirilen ölçütlere uygun bir anlayışı yansıtacağı özellikle vurgulanmış,
toplumsal beklentide bu yönde oluşmuştur.
Diğer taraftan AB süreci ile başlayan iç hukuku
iyileştirme çalışmalarında, Türkiye ulusal
Hukukunu Avrupa normlarına uygun hale getirmeyi hedeflediği gibi bunu
taahütte etmiştir.
Kaldı ki, Türkiye kuruluşundan beri Avrupa Konseyine
üyedir. 1987 yılından beride Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargı kararları
tanındığı gibi, CMUK ve HUMK’ da yapılan
2002 ve 2003 değişiklikleri ile birlikte A.İ.H.M. kararlarının iç hukukta
etkili olabilmesinin hukuki kanalları;
yetersiz de olsa, açılmaya çalışılmıştır.
Hukuk alanında yaşanan yeniden yapılanma sürecinde,
hazırlanacak Ceza Yasasının da bu değişime koşut olarak, İnsan hakları
alanında toplumu bir ileri noktaya
taşıması gerektiği de artık ortak bir toplumsal anlayış haline gelmiştir.
Bu noktada hazırlanan tasarının , hukuki alanda yaşanan
yeniden yapılanmaya, eklenen bir ileri bir halka olduğunu söylemek mümkün
gözükmemektedir.
Bu tasarı devlet ile birey arasındaki ilişkide, mevcut
Ceza yasasının çok geri bir noktasında durmaktadır. Daha de beteri;
demokratikleşme sürecinde, diğer yasalarda yapılan kısmi iyileştirmelerin
bütününü ortadan kaldıracak bir hukuksal yapıyı getirmesidir.
Demokratik bir toplumda, hukuku biçimlendiren,
yönetenlerin iradesi değil toplumun iradesidir.
Ceza Kanunu gibi hukuk sisteminin temel yapı taşlarından biri olan bir
yasanın toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla oluşturulması, hukuk devleti
olmanın gereğidir.
Bu noktada;
tasarının hazırlanış biçiminin ,
tasarıyı hazırlayanların hukuka bakış açılarını aynen yansıttığını
söylemek mümkündür. Tasarı, taslak aşamasında iken hukuk devleti olmanın
gereği ,topluma sunulması ve tartışma açılması gerekirken, hukukçu örgütlerinden dahi görüş
alınmamıştır.
Bu haliyle tasarının yasallaşması, temel hak ve
özgürlüklere aykırı bir yapı getirmesinin de ötesinde, hukuk sistemimizde bir
kaosa neden olabilecektir. Devlet aleyhine işlenen suçlarda getirilen; soyut,
muğlak ve anlaşılmaz suç tanımlamaları , TÜZEL KİŞİLERİN CEZAİ SORUMLULUĞU
gibi yeni getirilen kurumsal yapılar, bu
kaygıyı daha da artırmaktadır.
Bu nedenle, tasarının yasallaşması aceleye
getirilmemelidir. Başta hukukçu örgütleri ve Üniversiteler olmak üzere,
toplumun tüm kesimlerinin katılacağı tartışma platformları yaratılmalı, Yeni Ceza Kanununu toplumun ortak iradesi
şekillendirmelidir.
Av. Münip ERMİŞ Av. Naci DEMİRALP Av. Süleyman ÇALIKUŞU
Yorumlar
Yorum Gönder