“Hukuktan bağışık” TMK ile basına baskı
Yazı:
Münip ERMİŞ*
Geçtiğimiz
yıl uyum yasaları ile birlikte Basın Kanunu’nda ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu
(TMK)’nda yapılan değişikliklerle, basın yoluyla
işlenen suçlardaki, hapis cezaları para cezasına dönüştürülerek Avrupa
Birliğine karşı güçlü bir “demokratikleştik, özgürleştik” mesajı
verilmeye çalışılmıştı. Ancak yeni TMK
6. maddedeki tüm para cezalarını
yeniden hapis cezasına (3 yıla kadar hapis) çevirdi ve “ basına fazla yüz vermeye gelmez” diyerek “ aslımıza dönmüş “
olduk.
Bundan
sonra;
1-
Her hangi bir örgütle ilgili ya da örgütün açıklamalarından haber
yapılması veya bir muhbirin kimliğinin basında yer alması
halinde haberi yapan muhabir 1 yıldan 3 yılda kadar hapis cezasına
çarptırılabilecektir.
2-
Yayın sorumluları ve gazete sahipleri açısından ise “objektif sorumluluk” kuralı yeniden getirilerek, bu suça
katılmamış olsalar dahi gazete sahiplerine ve yayın sorumlularına bin
günden 10 bin güne kadar adli para cezası verilebilecektir. Tabi ki gün para
cezası süresi içerisinde ödenmediği takdirde, hapse dönüşecektir. Hatta
birden fazla hüküm varsa, bir yayıncı veya yayın sorumlusunun 5 yıla kadar
hapis yatması olası olacaktır.
Tek bir suçtan dolayı mahkumiyet halinde ise
para ödenmediği taktirde mahkumiyet en az üç yıl hapis cezasına
dönüşecektir. Para cezasının bakiyesi ise 6183 sayılı yasa hükümleri
uygulanarak, hükümlüden tahsil edilecektir.
3-
Ceza Hukukunun temel ilkesi olan “
kusurluluktan” vazgeçilmiştir. Artık bir yazı işleri
müdürüne “taksir” yani,
yayından dolayı “özen ve dikkat
yükümlülüğünü ” yerine getirip getirmediği dahi araştırılmadan
500.000 YTL.’ye (Gazete sahibi açısından 1.000.000.YTL)
ulaşabilecek adli para cezası verilebilecektir.
Gerçekten,
“ceza sorumluluğunun şahsiliği” kuralı kişinin kendisine ait kusurlu fiilinden
sorumlu tutulması anlamına gelmektedir. 5187 s. Basın Kanununun 11. maddesiyle
” Süreli
yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayım sırasında ceza ehliyetine
sahip bulunmaması ya da yurt dışında bulunması nedeniyle Türkiye'de
yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir suçtan dolayı
kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde”, sorumlu
müdürü salt
gördüğü görev sebebiyle ve kusurunu aramaksızın sorumlu tutarak, üçüncü şahsın
fiilinden kusursuz sorumluluk hali yaratmıştır. Böyle bir sorumluluk şekli “objektif
sorumluluğun” kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Objektif sorumluluk sistemi
ise, kusur aranmadığı için, “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ilkesine aykırıdır.
Ceza sorumluluğunun şahsiliği, sadece maddi fiilin o faile ait olması anlamına
gelmemekte, ayrıca kusurunun aranmasının gerekli bulunduğunu ifade etmektedir.
Nitekim, TCK’nun 45 (5237 s.y. 20.md ). maddesi de, kişinin, ancak, kendi
fiilinden “kast” derecesinde kusurlu olması durumunda ceza sorumluluğunun
doğacağını belirtmek suretiyle, objektif sorumluluğun kabul edilmediğini
göstermektedir[1].
Getirilen hapis cezaları
dışında, Cumhuriyet Savcısının emriyle süreli bir
yayının 15 günden 1 aya kadar durdurulabilecek olması da
diğer bir ilginçliktir. (6.md)
Çünkü,
ilk baktığımızda ; bu süreler neye göre ve nasıl hesaplanmıştır ve burada
beklenen amaç nedir ? soruları zihinlere düşmektedir.
Yasa bunun bir tedbir olduğu söylemektedir. Ancak, bu bir tedbirse 15, 20 ve 30
günlük “yayın durdurmadan” ne gibi bir hukuki
fayda beklenmektedir. Bu belli değildir. Aslında mantıklı olan
yayının temelli durdurulmasıdır. Aslında istenenden
de odur ve zaten yasanın son 9-10 aylık uygulamasından
ortaya çıkan sonuçta bunu doğrulamaktadır. (Örneğin; İstanbul’da yayınlanan Gündem gazetesi
hakkında üst üste toplatma kararı verildi) Belki de her hangi bir mahkumiyet kararı
olmadan “ süresiz bir yayın durdurmanın “ mahkeme onayıyla da olsa, AB
organları önündeki “imajımız” açısından pek olumlu bir katkı
yapmayacağı düşüncesiyle olsa gerek, bu yöntem tercih edilmek zorunda kalınmış
olabilir. Başka bir anlatımla “murat
edilen”le “imaj”
arasında yapılan tercihte ortalama bir yol bulunmuştur.
Tabi ki düzenleme Anayasa’da aykırıdır. Çünkü
Anayasa’nın 28.maddesi sadece suç konusu olan yayının dağıtımının
durdurulmasından ve toplatma kararından bahsetmektedir ve 28/4-8
‘e göre “tedbiren dağıtımın durdurulması” ve “toplatma kararı”
ancak basılmış bir yayın hakkında verilebilir. Bu düzenleme ; bir
yayının belirli bir süreyle veya süresiz (tedbir yoluyla
veya ceza mahkumiyetinin sonucu olarak ) yayımlanmasının
durdurulmasını kapsamamaktadır. Kaldı ki basın özgürlüğünün sınırlanması ile
ilgili Anayasaca öngörülmeyen bir tedbir veya yaptırım yasa
yoluyla getirilemez. Bu nedenle, getirilen düzenlemenin Anayasa’nın kaba
bir şekilde ihlalinden başka bir hukuki anlamı yoktur.
Sonuç
olarak; TMK’nın son 9 aylık uygulaması hiçbir sürpriz
getirmemiştir. Basın açısından sorunun sadece yeni TMK olmadığı da zaten son Nokta dergisi operasyonu ile ortaya
çıkmıştır. Askeri Savcının talebiyle ,
bir derginin günlerce aranması, bilgisayarlarına ve tüm dokümanlarına el
konulması, yasada yazılanın hiç önemli
olmadığını yasanın bir ayrıntı olduğunu bizlere göstermiştir. .
Gündem ve Nokta’nın başına gelenler, Türkiye’de yayınlanan tüm muhalif
basının yıllardan beri ortak kaderi olmuştur.
“Türkiye basın tarihi yargılanan
yazı işleri müdürleri tarihidir”. demek belki biraz abartılı görülebilir,
ancak birilerinin hukuktan bağışık olduğu bu
ülkede yasanın bazıları için ayrıntı bazıları için de
cezaevleri duvarları anlamına geldiği de
bilinmelidir.
.
Kaldı
ki Türkiye’nin basın özgürlüğü sorunu sadece TMK’ ile sınırlıda değildir. Başta 301 olmak üzere, 305 (temel milli
yararlara karşı faaliyette bulunma,326 ila 339
(Devlete sırlarına karşı suçlar) 318 (halkı askerliğe karşı soğutma) 277
(yargı görevi yapana etkileme) 288 (adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs) gibi
TCK hükümleri zaten basının tepesine her
an için inebilecek giyotin gibi durmaktadır.
Özgürlükleri boğacak yeteri kadar hükmün TCK ’da bulunması nedeniyle Adalet Bakanının” bu yasanın
hukuki bir ihtiyaçtan değil siyasi ortam bunu gerektirdiği için
çıkartıldığını “ söylemek zorunda kalması da boşuna değildir.
Basın özgürlüğü de, yalnız başına basının özgürlüğü
değildir. Toplumsal gelişme ve
ilerlemenin temeli olan ifade özgürlüğünün ta kendisidir. Bir toplumda ifade
özgürlüğü yoksa, diğer özgürlüklerinde teminatı yok demektir. Bu anlamda “Herşeyin ölçüsü insandır.” diyen Yunan
düşünürü Protagoras ile “yasalar devlet için değil , özgürlüklerin
güvencesi için yani insan var olmalıdır, Yasaları idare eden yasalar da vardır.
Bu da insan hakları ve ahlak kurallarıdır.[2]”
Hukukun bütün tarifleri eksiktir.
Doğrusu şudur: Hukuk insanlıktır. [3]
diyen Faruk Erem hoca aralarında asırlar
olsa da insanlığın ortak dili ile konuşmaktadır.
(*)
Antalya Barosu İnsan Hakları Merkezi Başkanı
Yorumlar
Yorum Gönder